Geçtiğimiz son bir ay içinde yaşanan iki olgu, yerli ve yabancı aktörlerin dikkatinin ülkemize odaklanmasına yol açtı: Bunlardan biri Türk Lirası’nın rezerv paralar karşısında hızlı değer kaybı; diğeri ise, artan enflâsyon oranıydı.
DÖVİZ KURLARI
Türk Lirası’nda yılbaşından bu yana oluşan yüzde 12 civarındaki değer kaybının yarıdan fazlası son bir ayda yaşandı.
Bilindiği gibi, ülkemiz ekonomisinin döviz kurlarına göre “hassasiyeti/duyarlılığı” ve yapısal sorunlar nedeniyle de, kur yükselişinin fiyatlara yansıması (kur geçişkenliği) oldukça yüksektir. Söz konusu olguya yol açan “kırılganlıkları” da aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:
Önümüzdeki bir yıl içinde, taahhütler nedeniyle bulunması gereken döviz tutarı 210 milyar dolar (170 milyarı’i vadesi gelecek olan borçlar, krediler, döviz mevduatları vb;, 40 milyarı da muhtemel cari açık miktarı) gibi bir rakama ulaşması.
2006’da 185, 2010’da 270 milyar dolar olan Türkiye’nin “uluslararası net yatırım pozisyonu açığı (döviz açığı)”nın 440 milyar dolara yükselmiş olması. ( bu tabloyu, finans dışı sektörün taşıdığı yaklaşık 200 milyar doların üstündeki “döviz pozisyon açığı” da perçinlemektedir)
Bu iki göstergenin büyüklüğü, “TL’nın değer kaybının ihracatı arttırıp ithalâtı düşürmesi” gibi klasik söylemleri artık anlamsız anlamsız hale getirmektedir. Bir diğer anlatımla, TL’nın her değer kaybı dış borçları, açık pozisyonları ve finansman olanaklarını bozarak, dengeleri alt üst etmektedir.
ENFLASYON
Bir önceki aya göre Kasım ayında gerçekleşen fiyat artışları TÜFE’de yüzde 1,49; ÜFE’de 2,02 olarak açıklandı. Buna göre 2003=100 endeksine göre yıllık artışlar TÜFE (manşet), ÜFE ve çekirdek (C endeksi) enflâsyon oranlarında da sırasıyla yüzde 12,98; 17,3; 12,08 rakamlarına ulaştı.*
Yüzde 13 rakamına ulaşmış “manşet enflâsyon oranı”, 2003 yılından bu yana gerçekleşen en yüksek yıllık fiyat artışını ifade etmektedir. Ayrıca, manşet ve üretici enflâsyon oranları arasındaki açıklığın giderek büyümesi, kırılgan fay hatlarında “enerji birikmesi” gibi, önümüzdeki dönemde manşet enflâsyona yansıyacak potansiyeli ifade etmektedir.
Kalıcı bir nitelik kazanan enflâsyondaki bu gelişmenin ardında, ülkede uygulanan “ekonomi politikasındaki” yanlışlar ile; yapısal çarpıklık nedeniyle, kur artışlarının fiyatlara yansıması, ülke kırılganlıklarının getirdiği risk ve belirsizlikler ile, global finans akışındaki olumsuz beklentiler bulunmaktadır.
Bilindiği gibi, 2016 yılında büyümenin, beklenen yüzde 4,9’un altına düşüp (yüzde 3,2) ve işsizlik oranlarında da hızlı yükselme olunca Ankara, her türlü bedeli göze alarak “ekonomik büyümeyi arttırma” kararı aldı. Diğer yandan da, yakın geçmişte yaşanan seçim ve anayasa referandumu ile, 2019’da yapılacak merkezi ve mahalli yönetim, cumhurbaşkanlığı seçimleri, uzun zamandır “sıkı” olan “maliye politikasını” gevşetilmesine yol açmıştı. “Para politikasında” ise, TCMB’nın etkin olmayan faiz uygulamasının yol açtığı başka bir yanlışlık yaşanmaktadır.
FAİZ ORANLARI
Merkez bankalarının genellikle “politika faizi” olarak adlandırılabilecek bir faizi varken TCMB, uzunca bir zaman önce başlattığı bir uygulama ile, birden fazla faiz uygulayarak bankalara fon sağlama yolunu seçmişti. Merkez bankacılığında günlük olarak çeşitli nedenlerle hesaplarını denk duruma getiremeyen bankalara gecelik olarak borç vermeyi sağlayan “geç likidite penceresi” vardır. TCMB bu yıl, geç likidite penceresini, normal fonlama mekanizması olarak kullanmaya başladı. Zaman içinde bu mekanizmayı temel fonlama mekanizmasına dönüştürdü ve faiz oranını da 25 baz puan arttırarak, 12,25 olarak belirledi. Ancak kısa bir süre sonra, bu oran da esnekliğini yitirdi. Söz konusu uygulama ve faiz oranı sonucu TL’nın değer kaybı hızlandı ve ekonomi aktörlerinin kur riskleri arttı. Kurlardaki bu gelişme, gecikmeksizin enflâsyona yansıdı ve TCMB’ı, sanki “tasarruf fazlası” olan bir ülkede görev yapar gibi, “negatif faiz” uygular duruma düştü.
Şimdi geldiğimiz noktada yatırımcılar, TCMB Para Politikası Kurulu’nun 14 Aralık’ta yapacağı toplantıda artık, yüzde 0,25 gibi “etkisiz” bir faiz değil, yüzde 1 ve üzerinde bir artış bekler oldular. Bu beklenti ve öneriler Deutsche Bank, Goldman Sachs, Nomura, Morgan Stanley, S&P, JP Morgan gibi uluslararası kuruluşların raporlarına da yansıdı.
Sonuç olarak;
· Yüksek oranlı büyümenin, dış kaynak kullanımı yüksek olan Türkiye’yi her zaman yüksek enflâsyon ve kur artışı sarmalına soktuğu bilerek, tercihin bu gerçek göz önünde tutularak yapılmasını,
· Faizlerin uzun vadeli bir araç olmadığını, ancak kısa vadeli soluklanma ve dengeleme için gerekli bir unsur olduğunu; oranının da, siyasetin değil, TCMB’ca belirlenmesi gerektiğini,
· Ülkenin mevcut kırılganlıklarının, ekonomi karar vericilerine kısa vadede, “efektif/etkin faiz oranı” dışında başka bir seçenek bırakmadığını,
· TCMB’nın, geç likidite penceresi imkânından bankaları fonlama sistemine son vererek, geç likidite penceresini, uluslararası kuruluşların kabul ettiği çerçeveye geri döndürmesini,
· Merkez Bankası gecelik borç verme faizinin, alt ve üst limitler belirlenerek, “esnek” bir uygulama aracı ve “politika faizi” olarak belirlenmesi yoluna gidilmesini,
· Sıcak para-yüksek faiz- düşük kur sarmalına dayanan “kâğıttan” yapının, bir an önce yapılacak “kurumsal dönüşümlerle” terk edilmesini,
söyleyebiliriz.
Özün özü: Taşıma suyla düzlüğe çıkılamaz.
(*): Çekirdek enflâsyon tanımı ile, fiyatlarda gözlemlenen tüm geçici etkilerin arındırılması (enerji, alkollü içkiler ve tütün ürünleri gibi ürünlerin endeks dışı tutulması) suretiyle oluşturulmuş bulunan “özel kapsamlı TÜFE göstergeleri” ile hesaplanan ve kısmen “oynaklık” etkisi azaltılmış enflasyon kastedilmektedir.
Comments