Ekonomi yazımında genel kabul gören kural, ekonomik krizlerin genellikle finansal kiriz ile sonuçlandığıdır. Bir başka anlatımla, finansal krizler temelde, ekonomik krizlerin yol açtığı “likidite sorunlarının” bütünleşik hali veya “likidite tuzağının” yaşama geçtiği ve sonuçlarının görüldüğü bir süreçtir.
Bu haftaki yazımızı, bu genel giriş sonrası, “likidite tuzağının” tanımı ve bu olgunun ülkemizdeki etkilerine ayırdık.
LİKİDİTE TUZAĞI NEDİR?
Likidite tuzağı (liquidity trap) genel anlamda, para arzındaki artışların faizleri daha fazla düşüremeyeceği bir aşamayı ifade eder. Bu aşamaya gelindiğinde ekonomiye giren ilâve likidite, âtıl birikim biçiminde elde tutulur ve bunun sonucu olarak para arzındaki artış ekonomiyi canlandırmaya yaramaz. Anılan tanımı bir kaynak da, “ekonomideki aktörlere ait para taleplerinin faize karşı duyarlılıkları sonsuzken, para politikası araçlarının faizleri etkileme gücünün ortadan kalktığı durumdur” şeklinde özetlemektedir.
Likidite tuzağını, ölü bir nokta olarak da tanımlayabiliriz. İşte bu noktada, para arzı genişlemesine, faizin en düşük seviyeye inmesine karşın, tahvil ve bono alımları neredeyse durur. Çünkü para arzının genişletilmesine ve faizin en düşük düzeye inmesine karşın bireyler veya kurumlar, ellerine geçen parayı mümkün olduğunca az harcayıp, kalanı tasarruf ederek, geleceği beklemeye başlıyorlar.
Bir tür “yatırım paradoksu” olarak da tanımlanan bu durum, yatırım beklentilerinin kötüleşmesi sonucunda tasarruf fazlasının ortaya çıktığı bir ortam olarak da nitelendirilebilir. Yatırım beklentilerinin kötüleşmesi, varlık fiyatlarının düşmesine neden olurken, en sonunda riskten ve harcamadan kaçınmaya kadar genişleyebilmektedir. İşte bu söz konusu “riskten kaçınma süreci”, anılan likidite tuzağının temelini oluşturmaktadır.
Böyle bir ortamda bankalardaki mevduat hacmi yükselse bile, hane halkı ve şirketlerin, bankalarda biriken bu fonlara yönelik kredi talebinde artış olmamaktadır. Bu gelişmenin nedeni, tüketimin kısıldığı bir ortamda, bireylere ve yeni yatırımlar yaparak üretim kapasitesini artıracak şirketlere, yatırım veya harcama yapmanın anlamlı gelmemesidir.
Likidite tuzağına düşen bir ekonomide, parasal önlemlerle (maliye ve para politikalarıyla) iş hayatını canlandırma ve yeniden tam istihdam düzeyine yaklaşma olanağı ortadan kalkmaktadır. Bir diğer ifadeyle, bu aşamada parasal tedbirler işe yaramamaktadır.
DENEYİMLENEN İKİ LİKİDİTE TUZAĞI
Likidite tuzağının yakın tarihteki ilk büyük yansıması Japonya’da yaşanmıştır. Japon Merkez Bankası 1990’larda durgunluğa giren ekonomiyi canlandırmak için “niceliksel gevşeme yöntemine”* başvurmuştu. Faizler sıfıra yakındı ve likidite tuzağı ortaya çıktı. Bunun sonucu olarak Japonlar, kazandıkları/edindikleri parayı harcamamayı tercih ettiler. Bu tercih yaklaşık 20 yıldır sürmektedir. Japon ekonomisinde faizler sıfır civarında, ekonomiyi canlandırma amacıyla Japon devlet bütçesi yüzde 7 – 8 oranında bütçe açığı vermekte ve Japon Merkez Bankası “niceliksel gevşemenin” üst düzeyini denemektedir. Ancak alınan tüm bu önlemlere karşın Japon halkı, eline geçen parayı harcamayarak tasarruf etmeye devam etmektedir.
Likidite tuzağının ikinci yansımasını 2008’de başlayan küresel krizle yaşanmaya başlanmıştır. ABD Merkez Bankası (FED) ve Avrupa Merkez Bankası (AMB) niceliksel gevşeme yöntemini en üst düzeyde denemesine rağmen, ekonomilerde beklendiği ölçüde bir canlanma gerçekleşmemektedir. Bu dönemde tüketim ve yatırım harcamaları düşerken, işsizlik artış göstermiş; yapılan “gevşek para politikalarından” istenen sonuç alınamamıştır. Yaşanan deflasyon ve durgunluk, ekonomi politikalarının etkileriyle yapılarını değiştirmiştir. Yaşanan tüm bu olumsuzluklar, beklentileri olumsuz yönde etkileyerek likidite tuzağına yol açmıştır.
Bu dönemde gözlenen bir diğer olgu da, faizlerin çok düşük olduğu ekonomilerde (ABD, Avrupa ve Japonya gibi) ortaya çıkan parasal genişlemeden yararlananların, bu likidite fazlasını daha yüksek faiz getirisi veren ekonomilere aktarmalarıdır. Bu durumda piyasaya sürülen likiditenin yerel ekonomiye katkısından çok, bu likiditenin aktarıldığı ekonomileri canlandırmaya yararı; devamında da oralardaki ulusal paralarının değerlenmesine yol açarak, o ekonomilere zararı söz konusu olmuştur.
Paul Krugman’ın çeşitli vesilelerle vurguladığı gibi, 2008 sonrasında ABD’de FED, para bazını 3 katından fazla artırmış olmasına karşın, bu artışın ekonomik canlanmaya katkısı oldukça düşük kalmıştır. Keza benzer bir durum da AB için söz konusudur. Şöyle ki, AMB’nin para bazını artırmasına karşın, Euro bölgesi üyesi ülkeler ekonomik canlanmaya girememişlerdir. Bu gelişmeler de bize, hem ABD hem de Avrupa’nın, tıpkı Japonya’da olduğu gibi, sıfır dolayındaki faiz oranları nedeniyle likidite tuzağına düşmüş olduklarına işaret etmektedir.
TÜRKİYE’DE YAŞANAN LİKİDİTE TUZAĞI
Ülkemizde Ağustos 2018’den bu yana yaşanan ekonomik krizin sonucu olarak finansal kriz yaşanmakta, bunun yansıması da “likidite tuzağı” olarak görülmektedir. Bu yansıma ve boyutlarına iki yönden yaklaşmaya çalışacağız: Mevduat ve kredi hacmi, merkezi yönetim borçlanması.
* Mevduatta Artış, Kredi Hacmindeki Daralma:
Burak Köylüoğlu tarafından yapılan hesaplamalar, ülkede yaşanan enflâsyonun, son bir yıl içinde birey ve kurumların, mevcut durumlarını sürdürebilmek için gerekli “işletme sermayesini” ihtiyaçlarını yüzde 35 civarında yükseltmiş olduğunu göstermektedir.
Haziran 2018’de, yani ekonomik kriz başlamadan önce ”toplam banka kredi hacmi” 2.4 trilyon TL iken, 26 Temmuz 2019 itibari ile bu rakam sadece 2.5 trilyon TL düzeyinde kalmıştır. Bu olgunun ifade ettiği net anlam, kredilerin “reel olarak” küçülmüş olduğudur. TL cinsinde kredilere baktığımızda durumun çok daha ciddi boyutta olduğunu görmekteyiz. Şöyle ki, Haziran 2018’de 1.5 trilyon TL olan sayı, 26 Temmuz 2019’da da neredeyse aynı düzeyde kalmıştır. Bu da TL kredilerin reel anlamda “sert bir şekilde” gerilemiş olduğunu ifade etmektedir.
Aynı dönemlerde bankacılık sektöründeki mevduat gelişimini irdelediğimiz de ise, toplam mevduatın 1.0 triyon TL’dan 2.3 trilyon TL’na (yüzde 130) yükseldiğini izlemekteyiz.
Özetle, son 13 ay içinde bankalardaki toplam mevduat 2,3 kat yükselirken, bankalardan kullanılan kredilerin ise reel olarak küçüldüğünü; bu olgunun da, birey ve kurum ekonomik aktörlerin harcama yapmayıp, “likit pozisyonda” kalmayı yeğlediklerine işaret ettiği çıkarımını yapabiliriz.
* Hazine Borçlanmasındaki Hızlı Artış:
Ankara ekonomi yönetimi, yaşanan durgunluğu aşmak ve sistemdeki likidite tuzağının etkisini hafifletmek için kamu harcamalarına olağanüstü bir hız vermiştir. Böylesi bir gelişmenin sonucunda, 2019 yılı bütçesinde öngörülen “bütçe açığının” neredeyse tamamına yakın kısmı Haziran sonu itibariyle gerçekleştirilmiştir (!).
TCMB’nın genel kurulunun öne çekilerek, kâr dağıtımının erken yapılması ve daha sonra ihtiyat akçesinin Hazine emrine verilmesi gibi uygulamalar da, sistemde var olan likidite açığına karşı alınan önlemlerdir.
30 Haziran 2018’de 970 milyar TL olan Hazine borç stoku (merkezi yönetim borç stoku), 12 ay içinde yüzde 25 oranında artarak, Haziran 2019’da 1.2 trilyon TL’nı bulmuştur. Borçlanma artışına daha yakından baktığımızda, bu yıla ait sadece 6 aylık artışın, geçen yılın toplam artış tutarının yüzde 80’ine ulaştığını izlemekteyiz.
Bu bağlamda Hazine borç stokunun borç yapısına baktığımızda da, yarısının döviz cinsinden; TL cinsinden olanların ise yüzde 62’sinin “sabit faizli”, “değişken faizli” olanların payının ise sadece yüzde 38 olduğunu görmekteyiz. Söz konusu borçlanma yapısı bize, Ankara yönetiminin “faiz indirimi” konusundaki kararına karşı Hazine borçlarının “esnek olmadığını”, Hazine’nin faiz yükünü azaltmayacağını yansıtmaktadır.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız, Türkiye’de gerçekleşen mevduat hacmi, kredi stoku ve hızla artan bütçe açığı/ kamu borçlanması ikizindeki gelişmeler, ülkenin “likidite tuzağına düşmüş” olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Özel kişi ve kurumların sisteme ve ekonomiye güvenleri artmadığı sürece, bütçe açığı ve borçlanma artışı yoluyla trendi terse çevirmek ve girilen tuzaktan çıkmak olanaklı değildir.
Özün özü: Harcanan zamanın parasal karşılığı, palyatif tedbirlerin “mış gibi” algısıyla karşılaştırılamaz bile…
(*): Bu yöntem ile merkez bankaları, bankaların ve diğer kurumların ellerinde bulunan finansal varlıkları (tahvil, bono, varlığa dayalı menkul kıymet vb) satın alarak, karşılığında bu bankalara ve kurumlara para verirler. Böylece ekonomiye belirli bir miktar yeni para enjekte edilmiş olur. Bunun para basmaktan farkı, bir sınırının ve tahvil, bono gibi bir karşılığının olmasıdır.
Comments