Gothenburg Üniversitesi’nin “Varieties of Democracy (V-Dem) Enstitüsü” tarafından yayınlanan “2022 Demokrasi Raporuna”[1] göre 2021 yılında, dünyadaki ortalama bir yurttaşın sahip olduğu/ yararlandığı “demokrasi seviyesi” 1989 seviyesine dönmüş durumdadır. Bir diğer anlatımla, demokrasi son otuz yılda gerilemiş, kazanımlar kaybedilmiştir.
Yine anılan Rapora göre dünyada, “gerçek liberal demokrasi” sayılabilecek ülke sayısı 34 ile sınırlıdır. Dünya nüfusunun yüzde 70’ini temsil eden 5.4 milyar insan ise, çeşitli düzeylerde bir otokratik rejim içinde yaşamaktadır.
Ağırlıklı olarak söz konusu Rapor ve diğer kaynaklara göre dünyada yaşanan “otokrasiye kayma”, bu otoriter yönetimlerin müşterek özellikleri ve kısaca Türkiye’nin durumunu aşağıda ele almaya çalıştık.
OTOKRATİK YÖNETİMLER YÖNÜNDEN 2021’İN KARAKTERİSTİKLERİ
1989 Seviyesine Dönüş
2012 yılında 42 ülkenin “liberal demokrasi” ile yönetildiği dünyada bu sayı şimdilerde, son 25 yılın en düşük sayısı olan 34’e düşmüştür. (Dünya nüfusunın yüzde 13’ü)
Demokrasideki bu “sayısal düşüş” özellikle, Pasifik Asya, Doğu Avrupa, Orta Asya ülkeleriyle, kısmen Latin Amerika ve Karayip ülkelerinde gözlenmektedir.
Yükselen Diktatörlükler
Kapalı otokratik rejimle yönetilen ülkelerin 2012’de 25 olan sayısı, globâl nüfusun yüzde 26’sını içeren 30’a yükselmiştir.
Bunun yanında, “seçimli otokrasi” ile yönetilen ülkelerde yaşayanların sayısı, dünya nüfusunun yüzde 44’ünü temsil eden bir sayıya, 3.4 milyara çıkmıştır.
On Yıl Öncesine Göre Farklı Bir Dünya
Bu dönemde (10 yıl içinde), “ifade özgürlüğünde” kötüleşme yaşayan ülke sayısı 5’den, rekor bir şekilde 35’e yükselmiştir.
Zararlı/zehirli/toksik kutuplaşmanın bir işareti olan “karşı görüş ve savlara saygı” ve “müzakere süreci” ile ilişkili “demokrasi bileşenlerinin” daha kötüye gittiği ülke sayısı, 10 yıl içinde 5’ten 32’ye artmıştır.
LİBERAL DEMOKRAT ve OTOKRAT ÜLKELER
2021 yılı, son 50 yılın rekor sayıda otokrat ülke sayısını içeren bir sene olmuştur. Şöyle ki, dünya nüfusunun yüzde 36’ olan 2.8 milyonu kapsayan 33 ülkelik bir otokratik cephe söz konusudur.
Rapora göre, liberal demokrasi zemini üzerinde bir ortaklığı oluşturan 27 üyeli AB içinde bile, günümüzde 6 ülke otokratlar tarafından yönetilmektedir. ( Macaristan, Polonya, Slovenya, Çekya, Arnavutluk, Yunanistan) AB komşularından Belarus (Bayaz Rusya), Sırbistan ve Türkiye da otokrat rejimlerle yönetilen ülkeler arasında sayılmaktadır.
Bir Rekor: 33 Ülke Otokratlaşıyor
Son on yılda otokratlaşan ülkelerin ilk 10’un 7’sinde demokrasi çökmüş durumdadır. Bu ülkeler Raporda Brezilya, Macaristan, Hindistan, Polonya, Sırbistan ve Türkiye olarak sıralanmaktadır.
Keza başka bir yönden dünya, 1978 yılından bu yana bu kadar az demokrat ülke sayısı kaydetmedi. Şöyle ki, 2021’de, dünya nüfusunun sadece yüzde 3’ünü kapsayan 15 ülke gerçek anlamda “liberal demokrasi” ile yönetilmektedir.
Medyaya Sansür
Sivil topluma yönelik baskı, otokratlaşan 33 ülkenin 22’sinde daha da kötüleşti ve 21’inde medya üzerinde çok etkin sansür bulunmaktadır. Diğer yandan bu 33 ülkenin 19’unda, otokrasinin doğasına koşut olarak liderlerin, karşı görüşlere ve savlara saygı ve hoşgörüsü azalmıştır.
Otokratikleşen Başlıca Ülkeler
Otokrasinin hâkim olduğu en tepedeki 10 ülkenin 6’sında, “çoğulculuk karşıtı partiler (anti-pluralist) ülkedeki otokratik rejimi yönetmektedir: Brezilya, Macaristan, Hindistan, Polonya, Sırbistan ve Türkiye.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Raporda, 27 AB üyesi ülkenin 6’sı ve 3 komşu ülkede otokratik yönetimler iş başındadır.
Otoriterliğin Geleceği İçin Popülerliğin Hareketliliği
“Popüler hareketlilik (popular mobilization)” çok göz önünde olmamayı sürdürmektedir. Bunun yanında “demokrasi sonrası hareketliliğin olmaması” olgusu, mevcut otoriterliğin “değişmeden derinleşmesine” izin vermektedir.
Söz konusu bu “yükselen otokrasi hareketliliği”, otokrat liderlerin, meşruiyet konusunda daha cesur adımlar attığına işaret etmektedir.
DOĞAL OLANI DEĞİŞTİREN OTORİTERLİK
Önceki bölümde de aktardığımız gibi, otokratik yönetim biçimleri bir süredir seçimle iktidara gelen partiler tarafından desteklenmekte/kökleştirilmektedir. Mevcut otokratik yönetim şekline karşı “söylemlere/fikirlere saygınlığı azaltma” yönünde organize adımlar, sivil topluma yönelik baskılar, medyaya yönelik sansür ve tacizler, otokratikleşen ülkelerin ana karakteri olarak izlenmektedir.
Sandık halkın önüne halen koyulmakla birlikte, seçimlerin şaibesiz tamamlanmasından sorumlu kurulların özerkliği kademe kademe zayıflatılmaktadır. Bu bağlamda “seçimlere müdahale için yasal zemin” yaratılırken, eş zamanlı olarak hükümetler eliyle yaratılan “zehirli bir kutuplaşma” havası da, “ifade özgürlüğünü” baskılamaktadır.
“Zehirli kutuplaşma” olguları, çoğulculuk karşıtı liderlerin otokratik gündemlerini dikte etmesiyle, seçim zaferlerine katkıda bulunmaktadır. Siyasi muhalifler şeytanlaştırılırken, kutuplaşmış halk yığınlarında, hükümet dışı çeşitli kaynaklardan gelen “bilgilere güvenmeme” eğilimi ağırlık kazanmaktadır. Otokratik hükümetler, iç ve dış kamuoyunu şekillendirmek için “yanlış bilgileri (dezenformasyonu)” bilinçli olarak araçsallaştırmaktadır. Diğer yandan günümüz teknolojisinin ulaştığı seviye de, bu “post-truth” çağda yanlış bilgi yayılımına araç haline dönüşmüş durumdadır.
DÜNYADA LİBERAL DEMOKRASİ ve OTOKRASİ İLE YÖNETİLEN ÜLKELER
Raporda, “demokrat ve otokrat ülkelerin” 2021 yılındaki dağılımı aşağıdaki dünya atlasında gösterilmiştir. (0-0.1: en kötü, 0,9-1: en iyi)
Görüldüğü gibi Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Latin Amerika’nın bir kısmı, Okyanusya ve Doğu Asya dünyanın en demokratik ülkelerini barındırmaktadır. Afganistan, Belarus, Çin, Rusya, Suudi Arabistan, Sudan ve Venezuella, dünyanın en otokratik ülkeleri arasındadır.
OTOKRAT ÜLKELERİN BAŞAT BENZEŞENİ: EKONOMİ POLİTİKASI
Dünyada aşırı sağın yükselmesinde küresel ölçekte hissedilen ekonomik krizlerin payı büyük. 2011-2021 arası “liberal demokrasi bahasına yükselen otokratikleşmenin” kökleri, 2008 Küresel Finansal Krize kadar uzanmaktadır. Ancak kriz sonrası devam eden “yapısal ekonomik sorunlar”, aşırı sağın güç kazanmasına yol açarken, aşırı sağ partilerin ekonomik açıdan “umutsuz kitleleri mobilize etmeye” dayalı ekonomi politikalarıyla kendi yerlerini sağlamlaştırdığını çok açık izleyebilmekteyiz.
Son yüz yılı savaşlar ve ekonomik krizlerle geçen Avrupa ülkeleri, şimdilerde artan otokratikleşmenin anlaşılması için önemli ipuçları vermektedir. Örneğin 20.yy başlarında Almanya, İtalya, İspanya ve Yunanistan’daki aşırı sağcı-faşist iktidarların ekonomi politikalarıyla, bugün dünyada deneyimlenen otokratik yönetimlerin uyguladığı ekonomi politikalarının şaşırtıcı derecede örtüşen alanlarını yakalamak mümkündür.
İki dünya savaşı arası gelişen “diktatoryal siyasal rejimlerin” tümü, ekonomik milliyetçilik ile ticaret ve finansmanın mutlak denetimini bir arada uygulamışlardı. Yine bu dönemde “devlet müdahaleciliği” giderek aşırı bir hal almış, siyasal sistemin de değişmesiyle “kontrolsüz” bir şekle bürünmüştü. Savaş ekonomisinin yarattığı ihtiyaçlar rejimle bütünleştikçe yönetimler (devlet diye de okuyabilirsiniz), muhalefeti ortadan kaldırmak, yönetimdeki parti dışındaki tüm siyasal partilere sınırlama getirmek, sendikaları millileştirmek, özellikle gençleri kadrolaştırarak “milli hareketler” oluşturma yoluyla halk ve sivil birliktelikler üzerinde denetim sıkılaştırılmıştı.
“Milliyetçi otoriter” rejimler, ekonomik bağımsızlık hedefiyle iç istikrar ve “iddialı ekonomik büyüme” hedeflerini hayata geçirmek için askeri/polisiye gücü giderek “daha etkin” kullanmışlardı. Meşruiyet ve toplumsal taban kazanmak için “toplumsal yardım” kurumlarını, kamu eliyle oluşturulan ve dağıtılan “finansal destekleri” devreye sokup, bunları sürekli hâle dönüştürmüşlerdi.
Temelinde iki büyük dünya savaşı arasında ve 1930 Büyük Buhran eşliğinde filizlenen “faşizm”, devlet egemenliği ile özel girişimci çıkarlarını, kitlelerin “ekonomik baskı altında tutulmasıyla” birleştiriyordu. Orta sınıf popülist refah önlemleriyle “kollanırken”, kazanılan “kitlesel destek” sayesinde elde edilen “ekonomik güç” büyük sermayeye ve parti bürokrasisine yönelmekteydi.[2]
Bu rejimlerde özgür sendikalar yok edilirken, işçi çıkarlarını temsil etme güçlerinden mahrum kalan işçi temsilcileri, yukarıdan müdahaleyle rejimle eşleşti. Bu rejimler büyük şirketlere “hizmet ederken”, şirketler de liderin ya da parti-devlet bürokrasisinin belirlediği “yüzeysel milli çıkarlara” ekonomik fayda sağlamak zorundaydı.
19.yy sonlarında Adam Smith’le tohumları atılan “bırakınız yapsınlar” şeklinde sloganlaşan “liberal ekonomi sistemi” dönemindeki ilk “küreselleşme”, sanayileşme dalgası sonucunda artan “gelir eşitsizliği” Birinci Dünya Savaşı ile sonuçlandı. Bunu üzerine dönemin faşist-aşırı sağ rejimleri bu kez, modernleşmede geri kalan toplum kesimlerinin desteği üzerinden yükselmesini sürdürdü.
Kısacası, yaşanan siyasal-ekonomik travmalar “oy tabanını” belirlemekteydi. 20.yy başlarken “öncü küreselleşme” dalgası, başta İngiltere olmak üzere sanayileşen ülkelere büyük refah ve üstünlük sağladı. Rekabetin bir anda artmasıyla, “milli duyguları köpürtülen” geride kalmış “statü yoksunu kalabalıklar”, “kalkınma” vaat eden diktatörlük rejimlerine can suyu verdiler. Bir başka anlatımla, güçlenmelerinde ekonomi politikalarının büyük payı olan faşist rejimler, ikinci dünya savaşındaki zorlu günler ve büyük yenilgilerin ardından, dünya liberal demokrasilerin yükselişine sahne oldu.
20yy başındaki “kontrolsüz ve eşitsizlikleri artırıcı küreselleşme-sanayileşme” nasıl faşist rejimlerin doğmasına kapıyı açtıysa, bugün de 21yy başında deneyimlediğimiz kontrolsüz küreselleşme, özgürlükçü demokrasilerin güç kaybetmesi ve otokratik rejimlerin zemin bulmasına alan açmaktadır.
Bu bağlamda 1980’lerden beri uygulamada olan “neo-liberal ekonomi politikaları”, 1990’ların başında “denetimsiz küreselleşmeyle” toplumun geniş kesimlerinde “fakirleşme” olarak sonuçlandı. Bugün için kamu denetimi ve yeniden “kamucu ekonomi politikalarının” gerektiği, önemli ve haklı bir tartışma alanı olarak karşımızdadır. Ancak, geçen yüzyıl Avrupa ekonomisinde “kamunun yeniden devreye girmesi” değişiminin, otokratikleşen rejimler yönetiminde ne kadar tehlikeli olacağını kanıtlamış deneyimlerle dolu olduğunu artık bilmekteyiz.
VE OTOKRAT TÜRKİYE
Yazımızı temellediğimiz V-Dem Institute Democracy Report 2022, Türkiye yönetim rejiminin “otokratik yapısını” tescil etmektedir.
Gücü Cumhurbaşkanında toplayan “cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi” rejiminin uygulamaya koyduğu Yeni Ekonomi Modeli (YEM)’nin yanlış bir kuramsal teorik bilgiye dayanan bir deneyim olmadığını kavramak önemlidir. Çünkü Mayıs 2023’te, ülkenin geleceğine yön verecek çok önemli bir seçim bulunmaktadır.
Bu nedenle daha da ileri giderek, yönetimdeki otokrat rejimin, Cumhurbaşkanı’nın partisine desteği diri tutmak adına” dillendirdiği popülist etiket olan “nas” da uygulanan ekonomi politikalarının karşılığı değildir. Tam aksine, AKP’nin YEM’ini de, siyasal İslâm’a yönelik “faizsizlik politikasının” ekonomik uzantısından öteye değerlendirmenin uygun olacağını düşünmekteyiz.
İktidar partisinin 2023 seçimlerini kazanarak YEM’i, artan ve denetimsiz kontrol mekanizmaları yaratarak uygulamaya devam etmesi halinde varılacak noktanın ne olacağını, önceki bölümde belirttiğimiz gibi geçen 100 yıl Avrupa ekonomi tarihine bakarak anlamanın kolay olduğu görülmektedir.
Bu konuda son olarak vurgulamak istediğimiz bir diğer husus da, bu tür otokratik rejimlerdeki “kamu müdahalelerini” sadece, kitlelerin sorunlarına kapsamlı bir çözüm üretmek için uygulamaya konulduğuna “kesin bir doğru” olarak bakılmaması gerektiğidir. Bu bağlamda söz konusu uygulamayı desteklemeden önce, kamunun ekonomik gücünün mevcut yönetimce “özel bekâ” için kullanılıp kullanılmadığını ayrıştırmak ve ondan sonra kamuculuk tartışmalarında ilerlemenin faydalı olacağı seçeneğine sıcak bakmaktayız.
[1] “DEMOCRACY REPORT 2022 Autocratization Changing Nature?”, V-Dem Institute, Mart 2022, https://v-dem.net/media/publications/dr_2022.pdf
[2] Anna Lührmann & Staffan I. Lindberg , “A third wave of autocratization is here: what is new about it?”, Taylor and Francis, 1.03.2019, https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/13510347.2019.1582029
Comments