top of page

İŞLEVSİZ EKONOMİ ve DEMOKRATİK OLMAYAN SİYASET İŞBİRLİĞİ

1980 sonrası dünyada hâkim olan “neoliberal” sistem, bunun sonucunda ortaya çıkan popülist siyasetin ve sağ hareketlerin yükselişinden kaynaklanan sorunlar, son yılların ekonomi-politik ana gündem maddesini oluşturmaktadır.

Görünen o ki, insanlık büyük bir yol ayırımına gelmiş bulunuyor. Bir yandan giderek çürüyen kapitalist sistem, neoliberalizm ve “küreselleşme” adı altında tüm dünyaya dayatılıyor; diğer yandan 1929 Büyük Buhranı’na benzer bir tehdidin hayaleti ortalıkta dolaşmaktadır. Keza bu tehdit bu kez sadece bölgesel değil, global boyut taşımaktadır.

Bu arada neoliberal ekonomik sistemin siyasetteki karşılığının da, giderek demokratik olmayan siyasal gelişme ve değişimler olduğu gözlenmektedir. Neoliberal otoriter rejimler/eğilimler olarak betimlenen bu olgu giderek yaygınlaşmaktadır. Yaşanan siyasal gelişmeler, güncel terimlerle “aşırı sağ, popülist” oluşumların toplumsal desteğini giderek attırdığını göstermektedir.

Çalışmamızın ereği, ekonomi politik pencereden neoliberal sistemin işleyiş ve sonuçlarının irdelenmesi; sistemin üst yapısını oluşturan “sağ popülist otoriter rejimler” ile sebep-sonuç ilişkilerinin ele alınması; bu konuda mevcut eğilimin ve beklentilerin ortaya konulması olmuştur.

Neoliberalizmin Zaman İçinde Gelişimi

İkinci Dünya Savaşı (II.DS)’nın sonrasında yıkılan ülkeler, çökmüş bir ekonomi, işsizlik ve tırmanan enflâsyon fotoğrafın ana unsurları olarak durmaktaydı. 1945 sonrasında uygulanan Keynesyen politikalar ve “yeniden dağıtımcı (redistributive)” devlet, özel mülkiyetin gücünü sorgulamaksızın çalışan sınıfların güçlendirilmesine dayanan “alternatif bir vizyon” önermekteydi.[1] Eleştirilen yanları (ekonomide devlet payının artması ve merkezi yönetimlerin bütçe açıkları gibi) olsa da, Keynesyen politikalarla savaşın yaraları büyük ölçüde sarılabilmiştir.

Kaletsky bu dönemi, hayat standardının yükseldiği, teknolojik ilerleme ve finansal istikrarın sağlandığı “kapitalizm-2,2” dönemi olarak tanımlamaktadır.[2]Dani Rodrik tarafından yapılan sınıflamada da, “zayıf kapitalizmin Keynes’in karma ekonomisine evrilmesi: kapitalizm 2,0” olarak belirtilmektedir.[3]

1970’lerde Avrupa’da ve Amerika ülkelerindeki büyük şirketler ve kapitalist sınıflar tarafından, Keynesyen sistemi ortadan kaldırmak ve onu, kapitalist sınıfın azalan iktisadi ve politik gücünü yeniden kazanmasının bir aracı olan “neoliberal” bir modelle değiştirmek için organize edilen yeni bir hareket ortaya konuldu. Kuramsal desteğini Milton Friedman’ın verdiği ve “moneterizm/parasalcılık”[4] olarak da ifade edilen sistemin özü, kurum ve bireylerin “finansallaştırılmasında” yatmaktadır.[5]

Dönemin yansıttığı başlıca özellikleri, düşük oranda vergi, özelleştirme, kamunun küçülmesi, esnek mevzuat, serbest/açık pazar, çok uluslu şirketler, ulus devlet şeklinin zayıflaması, para ve emeğin sınırsız akışkanlığı (mobilizasyonun artması) ve hemen her konuda küreselleşme (globalizasyon) olarak sayabiliriz.[6] Söz konusu başat özellikleri içeren sistem içinde küçülmüş olan devletin görevi, moneterizm kanalıyla teknolojik değişimi ve sonsuz sermaye birikimini teşvik etmek ve bu yoldaki engelleri kaldırmak olmakta; yönetim erkinin “finans kapitale” aktarıldığı izlenmektedir.

Söz konusu hareket İngitere’de Margaret Thatcher’ın, ABD’de Ronald Reagan’ın, Şili’de diktatör Augusto Pinochet’in, Arjantin’de generallerinin ve diğerlerinin 1980’ler boyunca uyguladığı ekonomik sistemdi. Günümüzde de çeşitli şekillerde süren anılan sistemin dünya ölçeğindeki sonucu, giderek artan iktisadi ve politik eşitsizlik ile doğal çevrenin giderek artan tahribatı olmuştur.

Üstelik, önceki paragrafta belirttiğimiz olumsuzlukların yanında, siyasi olarak da “otokratik/totaliter yönetimlere (authoritian state)” yol açıldığı gözlenmektedir. Sanki, 1970’lerde başlayan “sermaye üzerindeki devlet kontrolünün azalması”, “otoriter rejimlere kolaylık sağladığı”; globalleşmiş ekonomi üzerinden “diktatörlüklere” ve  “anti-demokratik” uygulamalara yol açıldığı şeklinde bir algı uyandırmaktadır.[7]

Neoliberalizmin Krizi ve Eleştirisi

Sistemin yetersizliği ve gücünü kaybetmesi, özellikle 2008 Dünya Finansal Krizi sonrası geniş bir aydın kesimi tarafından tartışılır olmuştur. Çünkü söz konusu kriz, tüm “genişlemeci” para ve mali politikalara karşın hâlâ tam atlatılabilmiş değildir. Henüz globalde ve gelişmiş ülkelerde “sürdürülebilir” bir ekonomik büyüme hattına girilememiştir. İşsizlik, gelir dağılımındaki eşitsizlik sürmekte; kamu, kurum ve bireysel kırılımlardaki aşırı borçlanma ile, IMF ve Dünya Bankası Raporlarında da belirtildiği gibi, dünya bir “borç denizinde” yüzmektedir.[8]

Firmaların globalde düşen kâr marjları, giderek artan “tekelci yapılaşma”, sabit sermaye yatırımlarındaki isteksizlik; üretkenlik düşüşüne bağlı yapısal ve sistemik sorunlar, özellikle gelişmiş ekonomilerde derinden hissedilmektedir. Kapitalizmin merkezlerindeki bu sorunlar, yükselen piyasalara ve kalkınmakta olan ekonomilere, oradan da küresel yoksul ekonomilere kadar, dünya ekonomisinin her köşesinde, neoliberal sistemin çelişkilerle dolu karmaşık yapısını çok açık biçimde bize göstermektedir.

Aslında neoliberal sistem, sermaye birikimi için dünya çapında, daha önce eşi görülmedik ölçüde olumlu koşullar yaratmıştı. Bu olumlu (!) çevre koşullarını, Soğuk Savaş’ta Batı’nın zaferi sonrası Birleşik Devletler emperyalizminin güçlendirilmesi; güney kürede milliyetçi hareketlerin ve yönetimlerin zayıflaması; sendikaların, köylü hareketlerinin, sol partilerin ve toplumsal hareketlerin gücünün azalması; ticaretin, finansın ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi; birbirleriyle rekabet eden devletler, zenginlerin vergilerinde azalma; transfer harcamaları ve refah temininde gerilemeler ve “serbest piyasa kapitalizminin” kuramsal savunucularının artması olarak sayabiliriz.[9]

Sistemin finans kapital için getirdiği olumlu koşullara, yeni teknolojilere erişilebilirliğin artmasıyla “üretkenlik artışını” desteklemesi ve bilhassa Çin ve eski Sovyet Bloku ülkelerinin küresel kapitalizme bütünleşmesiyle, küresel emek gücünde önemli artışları da ekleyebiliriz.

Tüm bu olumlu faktörler, güç, gelir ve servet unsurlarında hızla yoğunlaşmaya yol açtı. Neoliberalizm, bazı gruplar (oligarklar, seçkinler gibi tepedeki yüzde 1 grup için) için benzeri bulunmayan “zenginlik”, öte yandan da “şiddetli yoksulluğun” bir arada var olduğu “yeni eşitsizliği” yarattı.

Kapitalizmin gelişmiş merkez ülkelerdeki sermaye birikimi, bu koşullar altında serpileceği yerde, düşen yatırım oranları ve yetersiz GSYH artış oranlarıyla, artan istikrarsızlık ve finans öncülüğündeki krizlerle,  Büyük Buhran’dan bu yana en derin ve en uzun ekonomik krize yol açarak sendeledi. Diğer yandan sistemin toparlanması için alınan önlemler ve teşvikler de yeni dengesizliklere yol açtı. On yılı aşkın zamandır süren bu kriz, geride kalacakmış yönünde bir işaret vermemektedir.

Tüm bu olumsuz ekonomik sonuçlar, neoliberalizmin getirdiği “ekonomik çelişkilerinden” kaynaklanmaktadır. Sistemin “reform” adı altındaki uygulamaları, önceden var olan tedarik sistemlerini parçaladı, çeşitli “ekonomik faaliyetlerin eşgüdümünü” engelledi, toplumsal olarak arzu edilmeyen yeni ücret ve istihdam kalıpları getirdi.[10] Bunların yanı sıra, toplumda geleneksel olarak belirlenmiş öncelikleri gerçekleştirmek için uygulanan sanayi politikalarının kullanımını önlemesi;    ülkelerin ödemeler dengesini, sermaye akımlarındaki değişkenliğe bağımlı kıldı ve “kuralsızlığın” egemen olduğu finansal kurumların, fon kaynaklarını üretimden spekülâsyona kaydırmalarına, bu yolla, (hizmet+mal) tutarını aşmaması gereken “türev işlemlerin” çok büyük tutarlara ulaşmasına olanak tanıdı. Bu sayılanlar, neoliberal sistemin getirdiği, kuralsızlık ve denetimsizliğin yol açtığı kırılganlıklardı ve sonunda risk gerçekleşmişti. Tüm anlattıklarımız, sistemin “işlevselsizliğinde” düğümlenmektedir.

2008’de yaşanan son krizin, petrol fiyatlarındaki devasa artışla başlayan 1970’ler krizine bulunan “neoliberal çözümlerin/sistemlerin yetersizliği” olduğunu söylemeliyiz. Çünkü kapitalizmin tarihi boyunca ekonomik krizleri (1929 krizi, 1970’lerdeki kriz veya 2008-9 krizi), “sermaye birikim sürecinin” ayrılmaz bir bileşenini oluşturmaktadır. Kapitalist üretimin dünya üzerinde belirmeye başladığı dönemden bugüne birikim sürecinin, yaşanan krizler yoluyla ve kriz sonrası yeniden yapılandırılan emek-sermaye ilişkileri çerçevesinde şekillendiğini biliyoruz.[11]Bu saptama bizi, yaşanan son krizin, daha önce bahsettiğimiz “yapısal” niteliğinin yanında, “sistematik” olduğu çıkarımına da götürmektedir.

Küresel Siyasal Sistemlerde Dönüşümler

2008 sonrası gelişmeleri, kapitalist sistem karşıtı radikal bir perspektiften değerlendirenlerin sıklıkla vurguladıkları bir husus, neoliberalizmin, demokrasi ile bağdaştırılması giderek zorlaşan siyasal gelişme ve değişimlerin yolunu açtığı şeklindedir. Söz konusu olgu giderek daha çok destek bulmakta, ekonomi politik işlevselliğinin bir örneği olarak gösterilmektedir.[12]

Neoliberal otoriter rejimler/eğilimler olarak betimlenen bu olgu aslında, devlet yönetim şeklinde bir değişimi ifade etmektedir. Doğu Avrupa’dan Latin Amerika’ya birçok ülkede, ekonomik krizin belirleyici olduğu koşullarda yaşanan siyasal gelişmeler, güncel terimlerle “aşırı sağ, popülist” oluşumların toplumsal desteğini artırmaya başladığını göstermektedir.[13]

Bu dönüşümün son örneğini olarak, Brexit ve Trump’ı iktidara getiren süreci gösterebiliriz. Söz konusu örnekler de birlikte değerlendirildiğinde, 2008 finansal (sonrasında ekonomik) krizden olumsuz etkilenen kitlelerin bu tepkisinin, aynı zamanda neoliberalizme karşı bir tavır, onun simgelediği ekonomik modelin sorgulanması anlamına da geldiğini söyleyebiliriz.

Literatürde, neolibaral ekonomi sisteminin siyasi sonuçları/dönüşümleri hakkında yazılanları aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:

-Neoliberalizmin siyasal projesi, ekonomik üretimi siyasal “müdahaleden yalıtlamak” için tasarlanmıştır. Halkın kararlara katılımı, sağ medyanın sunduğu “neoliberalizmin siyasal karşılıkları” seçenekleri arasına hapsedilmiştir.(körelmiş/sıkıştırılmış demokrasi)[14]

-Neolibaral ekonomi düzeninin demokrasisi, değişmez dar ufukları ve toplumu dönüştürme vizyonu/araçlarıyla, derinliği olmayan sayısız parti, hareket ve STK arasında siyasal alanı paramparça etmekte ve bu siyasal çevre koşulu ile ekonomik çıkarlar korunmaktadır.

-Değişim ve dönüşümleri kısa zamanda ve sorunsuz gerçekleştirmek ve sürdürmek isteyen söz konusu ekonomik sistem, heterojen, bölünmüş ve örgütsüz insan topluluklarını yeğlemektedir. Bu amaçla mevcut sistem, ülke ekonomilerinin içini boşaltırken, insan (emek) unsurunun merkezde olduğu toplumsal yapıları, geniş ve birbirine benzer “kaybedenler” grubu yaratarak aşındırmıştır. “Lümpen” dediğimiz bu grup üyeleri, ortak bir kültür veya paylaşılan maddi koşullara dayanan “kollektiflik duygusuna” sahip olmayıp, sisteme karşı bir “güvensizlik” içindedirler.[15]

-Sol partiler, sendikalar ve kitle örgütlerinin, toplumsal ve ekonomik değişim nedeniyle çökmeleri veya işlevlerini yitirmeleri nedeniyle bütün siyasi yelpazenin sağa kaydığı görülmektedir.

-Radikal sağ popülistlerin, ekonomik küreselleşme ve finansallaşmanın zarar verici etkilerine karşı bir denge oluşturma kapasitesi/vaadi sundukları görülmektedir. Artan sayıda araştırmacı, son on yılda olduğu gibi, derin ekonomik kriz ve toplumsal hayal kırıklığı dönemlerinde bu güçlerin, söz konusu kırılgan/kaybeden yurttaşlara “koruma sağlamaya” odaklandıklarını vurgulamaktadır.[16]

-Sisteme karşı zaten güvensizlik içinde olan lümpenlerin tercihi de, mevcut sağ siyasal yelpaze içinde, kendisine kısa vadede ve kırılgan çıkarlar sunan, yabancı düşmanlığı (yerel- yerel olmayan) gibi milliyetçilik duygularına oynayan siyasal yapıları tercih etmektedir. Bunun daha da ötesinde, demokratik karar alma mekanizmalarını örseleyip, kısa sürede “güç sahibi biri veya birilerinin” karar almasını öne çıkaran yapıları/sistemi vaat edenler yeğlenmektedir.

Radikal sağ popülist ve milliyetçi partiler, her popülist ideolojinin merkezi unsuru olan “halka daha yakın” biçimde algı yaratma bakımından dünya çapında başarılı oldular. Bunu sağlamak için anılan partiler “yerel sorunlara” odaklandılar, “oralı” yurttaşlara öncelik verdiler. Bunu yaparken de,  çok taraflı yönetişim biçimlerinden ziyade, ulusal ya da iki taraflı çözümleri tercih ettiler.[17]

Bu bağlamda Sheri Berman’ın, “Faşizmin kökenleri ‘halkı koruma vaadinde’ yatar. Geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyılda küreselleşme telâşı bir göç dalgası yaratırken toplumları, meslekleri, kültürel normları yok etti. Halkı kötücül yabancılar ve piyasaların etkisinden korumayı vaat eden ‘sağcı milliyetçi hareketler’ ortaya çıktı.” demektedir.[18]

Keza benzer biçimde Mitchell Orenstein de, yakın dönemde Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde popülizmin başarısını belirleyen önemli bir etkenin popülistlerin “yoksullara bakması ve aileleri desteklemesi” olduğunu ileri sürdü.[19]

Bu bölümde son olarak, bu konuya açıklık getiren ve günümüzde yaşananları temellendiren Marks’ın yaklaşımından bahsetmek istiyoruz. 1859 yılında yayınladığı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” kitabında Karl Marks toplumsal yapıyı olarak iki katmanlı anlatır. Ona göre, bir toplumu anlamak için o toplumun alt ve üst yapısına bakmak gerekir. Toplumun “alt yapısı”, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden oluşmaktadır. Bir diğer ifadeyle alt yapı, maddi üretim ilişkilerinin cereyan ettiği alandır. “Üst yapı” ise, toplumun yasal ve siyasi kurumlarını, düşünme biçimini, ideoloji ve felsefesini kapsamaktadır.

Marks buradan hareketle alt yapının, üst yapı kurumlarını önemli ölçüde belirlediğini; üst yapıdaki değişimin, toplumun alt yapısındaki” ekonomi-üretim ilişkilerine” bağlı olduğunu söylemiştir. Ona göre, toplumun altyapısı ile üstyapısı arasında ilişkiler karşılıklı etkileşime dayanmakta ve en son noktada altyapı üst yapı kurumlarını önemli ölçüde belirlemektedir.

Somutlaşan Siyasi Sonuçlar

2010 yılında Yunanistan’da yürürlüğe konulan sert “kemer sıkma” önlemleri, Avrupa’daki otoriter ana akımın açık ve şaşırtan örneği olmuştu. Sonrasında Polonya ve Macaristan’da otoriter hareketler ve partiler yönetimi kazandı.[20] Ardından gelen 2017 seçimleri, bazı ülkelerde aşırı sağ oluşumları iktidara taşıdığı görüldü:

-Alman Merkez partileri arasında yaşanan kriz, neo-faşist Alternatif Partisinin güçlenmesi,

-Aynı şekilde Avusturya’da, katı sağ’ın zaferiyle merkez-sol’un iktidardan düşmesi,[21]

-Katalonya Bölgesi için İspanyol sağ hükümetinin yürürlüğe koyduğu otoriter kurallar,

-Sağ kanattan bir milyarderin Çekoslovak seçimlerini kazanması,

-İtalya’da Beş Yıldız Hareketi’nin (M5S) ve Lega’nın popülist koalisyonu,

– 7 Temmuz’da Yunanistan’da yapılan erken genel seçimler sonrasında sağ Yeni Demokrasi (ND) tek başına hükümet oldu. 51 yaşındaki ND lideri Kiryakos Miçotakis, ilk mesajında “işsizlikle mücadele” edeceği ve ekonomik krizin devam ettiği ülkesinin sesini Avrupa’da daha güçlü duyuracağını söyledi.

Bunların yanında Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya, Vietnam, Filipinler, Tayland, Mısır, Türkiye’de yaşanan bu konudaki örnekler ve Trump da sayılabilir.

John Weeks, İtalya ve Almanya’da gerçekleşenler için, bu ülkelerin “burjuva (bourgeois) demokrasisi”nden vazgeçip, doğalarında olan “otoriterliği” yeniden kutsayan bir dönüşüm olarak nitelemektedir.[22]

Siyasi Sistemdeki Dönüşümün Özellikleri

Neoliberal ekonomik sistemin siyasi sistemde yol açtığı dönüşümlere baktığımızda, aralarındaki ilişkinin sebep-sonuç düzlemindeki bulgularını aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

* Ekonomik aktörler (kapitalitler) arasındaki rekabet:

Sistemin temelinde olan rekabet, özünde, üretim yaparak bu yolla artı değer yaratan “endüstriyel kapitalistler/kapitalist girişimcilerin” kendi aralarında olmaktadır. Söz konusu rekabet, üretilen mal ve hizmetin ucuzlatılması, satışların artması, yani “verimlilik artışı” ile sonuçlanmaktadır. Girişimciler arasındaki bu rekabette yararlanan bir diğer kesim de, üretime katılmayıp, parasını “daha çok paraya” dönüştürme amacında olan “finans kapital” dir.

Üretim faktörlerinin dışında burada devreye giren bir diğer unsur da, bu düzeni korumak, rekabet koşullarının önündeki engelleri kaldırmak (!) ve emek unsurunu kontrol altında tutma bağlamında “hükümet” olunmasıdır. Bunun sonucunda, ekonomik ve politik faktörler “entegre” olmakta ve iç içe geçmekte; girişimci ve finans kapital için devlet (hükümet) müdahalesinin niteliği, ölçüsü ve zamanı çok önem kazanmaktadır.[23]

* Demokrasinin devre dışı bırakılması:

Bu konudaki yaygın görüş, finans kapitalin hükümet karşıtı değil, mevcut hükümetlerin, neoliberal kurallara sıcak bakan yönde “yeniden yapılandırılıp”, reforme edilmesini istedikleri şeklindedir. Tabii ki bu yeniden yapılandırma, hükümetlerin “neyi yapabilecekleri” konusunda “sınırlamalar” içermektedir. Bu konuda 1990 yılında ABD ve 2007 yılında AB’de yapılan düzenlemelerle, hükümetlerin “mali politikalarına sınırlamalar” getirilmişti.[24]

Bu bağlamda yapılan düzenlemeler sonunda mali kurallar esnek, anlaşılmaz, yetki-sorumluluk karmaşası nitelikleri taşır hâle gelmiş ve bu olgu, 2008 yılında başlayıp, günümüzde de etkileri süren dünyada yaşanan ekonomik krizin başat nedeni olmuştur.

Hükümetlerin makroekonomik hedeflerini zayıflatan bir diğer uygulama da, “kur politikasının devre dışı bırakılması” olmuştur. Dalgalı kur politikasının sonucu kurlarda oluşan “istikrarsızlık”, yurt içi finans piyasalardaki “dalgalanmayı” arttırmış, bu da, merkezi yönetimlerin makroekonomi politikalarının altını oymuştur.

* Sınıfların/çıkar gruplarının uzlaşısının/rızasının sonlanması:

Ekonomi politikalarında demokrasiden uzaklaşılması, özellikle şeklî (formally)/biçimsel kuralların kökleşmemiş olduğu demokrasilerde, “otoriterizme” doğru bir kayış/geçiş getirmiştir. Bu geçişin sınırlı kaldığı bölgeler ise Kuzey Amerika ve Batı Avrupa olmaktadır.

Yukarıdaki genel dönüşüm, merkezi yönetimlerin cinsiyet, din ve etnik grup ayrımcılığı, yabancı düşmanlığı, özellikle şeklî demokrasinin hâkim olduğu ülkelerdeki “eşitlik” prensibini fazlasıyla aşındırmıştır.

Trendi Tersine Çevirmenin Yolu

78 yıl önce Franklin D. Roosevelt, düzenin sürmesi için dört özgürlük/serbestîden bahsetmiştir. Bunlar; çalışma/yoksulluktan kurtulma, konuşma/ifade, korku altında olmama ve her kişinin kendi tanrısına istediği biçimde tapınma özgürlükleridir.

Sayılan bu dört özgürlüğün, 17 Ocak 1986’da AB üyesi ülkelerin liderlerince imzalanan “Tek Avrupa Yasası’ndaki (Single European Act) karşılığı: sermayenin serbestçe ve müdahale olmaksızın dolaşması, mal ve hizmetlerin serbestçe dolaşımı, özelleştirilen kamu hizmetlerine talip olma serbestisi, ücret ve koşullarda indirim yapabilme özgürlüğü şekline dönüşmüştür. Aslında anılan değişim, özü itibariyle “sermayeye daha çok özgürlüğün” bir şekilde ifadesidir.

Sonrasında yaşanan demokrasi engelleri/zorluklarının temel nedeni, sermaye için tanınan bu özgürlükle mücadele/çabadan kaynaklanmaktadır. Çünkü demokrasi, sermaye için tanınan bu özgürlüğün, kalıcı ve işlev bir yapı içinde ve etkin bir gözetim sistemi kontrolünde yapılmasını talep ediyordu.

Yukarıda anlattıklarımızdan hareket ederek, dönüşümün tersine çevrilmesi için yapılması gerekenleri de aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:

– Bugüne kadar ki uygulamadan da görüldüğü gibi, kapitalist ekonomiler otomatik (kendi kendine), görünmeyen bir el vasıtasıyla, “tam istihdamı” sağlayamadığından, bunu sağlayacak bir makroekonomik bir program yapılması.

– Hazırlanan bu programın en aktif unsurunun, para politikasıyla desteklenen mali politika olması.

– İnsana dönük pazarlar, medyada evrensellik, işini bilen ekonomistler, demokratik yanlışlık ve dikkatsizliklerden kaçınmanın temel unsurları olduğunun bilinmesi.

– Finansal hile/kötüye kullanmadan kaçınmanın esas alındığı bir parasal sistem kurulması.

– Finans kapitaldeki hegemonyanın, kamu sahipliliğindeki kurumlarca kontrol altına alınması.

– 1944 tarihli “emeğin bir mal olmadığı” prensibinin, hükümetlerin oluşturacağı emek pazarı düzenlemelerinde ana unsuru olarak dikkate alınması. Bu yolla çalışan haklarının korunması.

Sonuç

İkinci Dünya Savaşı yaralarını sarmak için uygulanan Keynesyen politikalara ve 1970’lerde yaşanan krize sermayenin verdiği yanıt olan neolibaralizm, özellikle 2008 dünya ekonomik krizinden bu yana temelden sorgulanır olmuştur.

2008 finansal krizinin on birinci yıldönümü yaşanırken, neoliberal çerçeveye bağlılığı bilinen bazı yorumcular bile, “serbest piyasa” retoriği ile ifade edilen bu yaklaşımın global ekonomiyi yönetemediği ve istenmeyen sonuçlarının olduğunu kabul edilmesi gerektiğini dile getirmeye başlamışlardır.

Gerek 2008 finansal krizinin öngörülememesi, gerekse de finansal piyasaların her türlü denetimden uzak biçimde kaynak dağılımını belirler konuma gelmesinin yol açtığı olumsuzluklar nedeniyle, dozu giderek sertleşen eleştiriler yaygınlaşmaktadır. Uluslararası finans piyasalarında banka dışı kurumların, sermaye hareketlerini yönlendirmekte giderek önem kazanmalarının yanı sıra, gelir dağılımında belirginleşen uçurumlar karşısında, IMF Başkanı C. Lagarde bile, kısa vadede aşırı kazanç hedefleyen, açgözlü finans piyasaları aktörlerinden yakınmaktadır.

Kısacası, kapitalist sistemin genel çıkarlarını uzun vadede koruyacak düzenlemelerin, neoliberal finansallaşma sistemine bağlı kalınarak sürdürülemeyeceği şeklinde bir algı belirmeye başlamıştır. Keza, nitelik ve boyutları tam olarak kestirilmesi zor olan küresel ölçekte yeni bir finansal kriz olasılığından da söz edilmeye başlandığı gibi, on yıl önceye kadar finans piyasalarının gözdesi olan “yükselen piyasa ekonomileri”, “kırılgan”, yani olası bir krizden en fazla etkilenecek ekonomiler olarak görülmeye başlanmıştır. Yaşanan küresel neoliberal ekonomi karmaşasının, bütün birikim sistemini kapsayabilecek bir siyasal krize dönüşmekte olduğunu da dile getirilmektedir.

Diğer yandan çöken ekonomik sistem yanında, sistemin yarattığı üst yapı olan siyasetin de, iyice demokratik özelliğini yitirerek, otoriter bir sağ popülist rejime doğru evrildiği görülmektedir. Söz konusu siyasi değişim de giderek derinleşip yaygınlaşmaktadır.

Özetle, dünyanın 2008 yılından bu yana karşı karşıya kaldığı olguyu, “işlevsiz ekonomi ve etkisizleştirilmiş siyaset” olarak tanımlayabiliriz.

Ersin Dedekoca                                                                                                             15 Temmuz 2019  

[1]  Jipson John and Jitheesh P. M.,”‘The neoliberal project is alive but has lost its legitimacy’: David Harvey”, MR on Line, 16.02.2019, https://mronline.org/2019/02/16/the-neoliberal-project-is-alive-but-has-lost-its-legitimacy-david-harvey/ (erşim t. 9.07.2019)

[2] Anatole Kaletsky, Capitalism 4.0 The Birth of New Economy, London: Bloomsbury Publishing, 2010, s.38-39

[3] Dani Rodrik, The Globalization Paradox, New York: Norton&Company, 2011, s.235-236

[4] Her şeyin metalaşması ve parasallaşması

[5] Michel De Vroey, Keynes’ten Lucas ve Ötesine Makroiktisat Tarihi, İstanbul: Koç Üni.Yayınları, Ocak 2019 (ilk baskı: Cambridge Üni.Press,2016), s. 81-109)

[6] Dideon Rachman, Ziro-Sum World-Politics, Power and Prospority After The Crash, London: Atlantic Books, 2010, s.91-93

[7] John Weeks, “Free Markets and the Decline of Democracy”, Radical Political Economy, 12.04.2019, https://urpe.wordpress.com/2019/04/12/free-markets-and-the-decline-of-democracy/ (erişim t. 9.07.2019)

[8] “Global Economic Prospects, June 2019”, World Bank, Haziran 2019, https://openknowledge.worldbank.org/handle/10986/31655 (erişim t.10.07.2019); “World Economic Outlook Report”,2.04.2019, https://www.imf.org/en/publications/weo (erişim t. 11.07.2019); “Global Financial Stability Report”, 10.04.2019, https://www.imf.org/en/Publications/GFSR (erişim t. 11.04.2019)

[9] Alfredo Saad-Filho, “The Rise of Nationalist Authorianism and The Crisis of Neoliberalism”, Progress in Political Economy, 2.11.2018, http://ppesydney.net/the-rise-of-nationalist-authoritarianism-and-the-crisis-of-neoliberalism/ (10.07.2019)

[10] Saad-Filho, agm.

[11] Melda Yaman, “Krizi Tanımlamak, Krizden Kurtulmak: Galip YALMAN, Ümit AKÇAY ve Melda YAMAN ile Soruşturma”, Ayrıntı Dergi, 15.11.2018, http://ayrintidergi.com.tr/krizi-tanimlamak-krizden-kurtulmak-galip-yalman-umit-akcay-ve-melda-yaman-ile-sorusturma/ (10.07.2019)

[12] Galip Yalman, “Krizi Tanımlamak, Krizden Kurtulmak: Galip YALMAN, Ümit AKÇAY ve Melda YAMAN ile Soruşturma”, Ayrıntı Dergi, 15.11.2018, http://ayrintidergi.com.tr/krizi-tanimlamak-krizden-kurtulmak-galip-yalman-umit-akcay-ve-melda-yaman-ile-sorusturma/ (11.07.2019)

[13] R. Daniel Kelemen ve Mitchell A. Orenstein, “Europe’s Autocracy Problem Polish Democracy’s Final Days?”, Foreign Affairs, 7.01.2016, https://www.foreignaffairs.com/articles/poland/2016-01-07/europes-autocracy-problem (erişit t. 14.07.2019)

[14] Saad-Filho, agm.

[15] Saad-Filho, agm.

[16] Valerio Alfonso Bruno ve Adriano Cozzolino,” Radical-right populists and financialisation”, Social Europe, 26.02.2019, https://www.socialeurope.eu/radical-right-populists-finance (11.07.2019)

[17] Valerio Alfonso Bruno ve Adriano Cozzolino, “Radical-right populists and financialisation”, Social Europe, 26.02.2019, https://www.socialeurope.eu/radical-right-populists-finance (erişim t. 13.07.2019)

[18] Sheri Berman, “Capitalism and democracy: what if we have it backwards?”, Social Europe, 11.03.2019, https://www.socialeurope.eu/capitalism-and-democracy (erişim t. 13.07.2019)

[19] Mitchell Orenstein, “Populism With Socialist Characteristics”, Project Syndicate, 12.06.2018, https://www.project-syndicate.org/commentary/socialism-and-populism-in-poland-by-mitchell-a–orenstein-2018-06?barrier=accesspaylog (erişim t. 14.07.2019)

[20] Ersin Dedekoca, “Doğu Avrupa’da Macaristan ve Türkiye’den Sonra Sıra Polonya’da mı?”, 21.Yüzyıl Türkiye Ens.,29.01.2016, https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/ekonomik-arastirmalari-merkezi/dogu-avrupada-macaristan-ve-turkiyeden-sonra-sira-polonyada-mi (10.07.2016)

[21] Ersin Dedekoca, “Sağa Yaslanan Almanya ve Şimdi Avusturya”, Söyledik.com., 20.10.2017, http://soyledik.com/tr/makale/6533/saga-yaslanan-almanya-ve-simdi-avusturya–ersin-dedekoca.html (10.07.2019)

[22] John Weeks, “Free Markets and the Decline of Democracy”, SAGE Journals, 10.07.2018, https://journals.sagepub.com/doi/full/10.1177/0486613418772167 (erişim t. 14.07.2019)

[23] Weeks, agm.

[24] Weeks, agm.

1 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page