İskoçya’nın Glasgow kentinde 31 Ekim – 12 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen 26. “BM İklim Değişikliği Konferansı/Conference of the Parties (COP26)’nda ülkeler, iklim değişikliğine karşı alınacak bir dizi önlemi içeren bir anlaşmayı imzaladı. Bilindiği gibi bu konferans, “iklim değişikliğinin etkilerinin her geçen gün daha yıkıcı” olmasıyla birlikte giderek artan bir önem kazanmıştır.[1]
Anlaşmada, kömürün aşamalı olarak azaltılması taahhüdü, “emisyon azaltma” plânlarının düzenli olarak gözden geçirilmesi ve “gelişmekte olan ülkelere daha fazla finansal destek” gibi önemli kararlar bulunmaktadır. Bu arada, kömür taahhütleriyle ilgili olarak taslak metinlerde yer alan ifadelerin değiştirilmesinin de tartışmalara yol açtığı izlendi.
Söz konusu Konferansta (COP26) öne çıkan konular ve anlaşmaya varılan başlıklar bu haftaki yazımızın gündemini oluşturmuştur.
TOPLANTIDA ÖNE ÇIKANLAR
ABD Başkanı Joseph Biden başta olmak üzere, etkinliğe 120’yi aşkın liderin katılması, konferansın zirve olarak sunulmasını haklı göstermektedir. Konferans, Covid-19 salgını, küresel enerji krizi, aşırı yüksek doğal gaz fiyatları ve ekonomik durgunluğun gölgesinde yapıldı. Konferansın sergilediği siyasal nitelik göstermesinin yanında, özel sektörün ve bankacılık dünyasının ilgisi de, gözlemciler tarafından vurgulanmaktadır.[2]
Siyaset bağlamında ABD’nin, Trump’ın Paris İklim Anlaşmasından ayrılarak yol açtığı “zemin kaybını” gidermek ve sürece küresel düzeyde liderlik etmek amacıyla gerçekleştirdiği çalışmalar ile Glasgow’a yoğun ve kalabalık bir heyetle katılımı da diğer dikkat çeken bir konu olmuştur. Başkan Biden’ın konuşması ve basın toplantısı oldukça siyasi nitelikte olup; Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i konferanstan kaçmak ve liderlik yapmamakla suçlamaları da içermekteydi.
Bunun yanında, “temiz ekonomiye dönüşümün” hararetli savunucusu Biden’ın, Glasgow’da oluşturulan, kömürün kademeli olarak devre dışı bırakılması işbirliğine, iç politika hesaplarıyla katılmaması ve “kömürden sonra en kirletici fosil yakıt olan petrol üretiminin” artırılması için OPEC üyesi ülkelere ve özellikle Suudi Arabistan’a baskı uygulamasıyla da “tezatlar” sergilenmiştir. Bu tezatlara bir örneği de AB’nin, Polonya’nın “kömürü devre dışı bırakma” tarihini 2030 yerine 2049 olarak belirlemesine sessiz kalması; Kuzey Akım 2 projesinin devreye girmesiyle Rus doğal gazını daha uzun yıllar kullanmayı, şu anda yüzde 40 olan Rusya’ya bağımlılığının daha da artmasını sorun olarak görmemesi örneğinde de yaşanmıştır.
“Doğa yoksa, gelecek de yok”
Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) İcra Direktörü Fatih Birol konferansta yaptığı konuşmalarında, “1,5C derece hedefinin” tutturulabilmesi için “yeni petrol ve doğal gaz aramalarına son verilmesi” gerektiğini, örgütün veri temelli raporlarına gönderme yaparak güçlü bir şekilde dile getirmiştir.
Diğer taraftan Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin zirvedeki konuşmasında, AB’nin 2050, Çin’in 2060, Türkiye’nin 2053 olarak belirlediği “sıfır karbon hedefi” için 2070 tarihini vermesi; ülkenin enerji bakanının, elektrik üretiminde halen yüzde 70 oranında kömüre bağlı oldukları yönündeki açıklamasıyla birlikte değerlendirildiğinde, bu yüklenimin oldukça “iddialı” olduğu kanısını güçlendirmektedir. Benzer şekilde, şimdilerde ciddi bir “enerji krizi” yaşayan, bazı fabrikalarına elektrik sağlayamadığı için üretimi daralan “Çin’in 2060’da sıfır emisyon” taahhüdüyle, bu yıl kömür kullanımını 200 milyon ton artırma kararı arasındaki çelişki de dikkatlerden kaçmamaktadır.
KONFERANSIN DEĞERLENDİRİLMESİ
İklim aktivistlerine göre, bazı kazanımlara rağmen toplantı eyleme geçilmesi açısından başarısızdır. Daha sonra değineceğimiz gibi, 1,5C derece hedefi hâlâ bir tür “hayal” olarak durmaktadır. Diğer yandan COP26 iklim değişikliği gündemi, “değişeni göstermek” yönünden oldukça başarılı olmuştur. Bir başka anlatımla COP26, dünya iklim değişikliği gündeminde “konuşmaktan yapmaya geçildikten sonra yapılan ilk toplantı” olmuştur.
Her şeyden önce, bu toplantıların başladığı 1995 Berlin Toplantısı’nı referans aldığımızda, 26 yılda toplantı sayısının 26, karbondioksit salınımlarının azaldığı yıl sayısının ise 0 (sıfır) olduğu anlaşılmaktadır. Bir ironi olarak karşımızda duran bu tespit, aslında “acı gerçeği” yansıtmaktadır.
Bilindiği gibi İklim Değişikliği Konferansı’nda bir anlaşmaya varılabilmesi ancak, tüm üyelerin oydaşmasıyla mümkün olabilmektedir. Bu kuralın getirdiği sıkıntı da, “en zayıf halkayı” oluşturan ülke tavrının “belirleyici niteliği” olmaktadır. Bunun sonucunda da en son Çin ve Hindistan’ın yoğun itirazlarıyla, kömür üretimi ve verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarının “aşamalı olarak kaldırılması” ifadesi “aşamalı olarak azaltmaları” şeklinde değiştirilerek imzalanmıştır. Bu değişiklikle kabul edilen metinin;
-Bir yönüyle kömür ve fosil yakıtların sonuç bildirgesinde “ilk kez telaffuz edilmeleri”, bu konuda bir “gelişmeye” işaret ederken,
-bir yönüyle de gayet “zayıf bir vurguyla anılmaları”, küresel ısınmayı 1,5C derecenin altında tutma umudunu iyice zayıflattığı anlaşılmaktadır.
Yine bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerin gündeme getirdiği, iklim değişikliğinin yarattığı “kayıp ve zararların” karşılanması, bu amaçla “bir fon kurulması” önerisinin ABD, Avrupa ve Avustralya’nın karşı çıkmasıyla kabul edilmemesi, toplantının “başat fiyaskolarından” biridir.
Halbuki dünya, küresel ısınmayı 1,5C derecenin altında tutabilmek için gerekli “karbon bütçesinin yüzde 86’sını tüketmiş” durumdadır. Burada en büyük pay yüzde 20 ile ABD’ye; yüzde 4 ve 3 paylar (eski sömürgelerindeki salımlar hariç) da Almanya ve Britanya’ya aittir. Çin, Rusya ve Brezilya ise sırasıyla yüzde 11, 7 ve 5 ile diğer yüksek pay sahibi ülkeler konumundadır. Bu istatistiğin önemi, henüz kalkınmasını gerçekleştirememiş, yeryüzünün bu hale gelmesinde sorumluluğu bulunmayan “yoksul ülkelerin” zengin ülkelerle aynı kriterlerle değerlendirmelerinin yanlışlığını göstermesidir. En azından “kayıp ve zararların” karşılanması doğrultusunda somut bir adım atılarak, geçiş sürecinin yumuşatılması yolunda küçük de olsa bir mesafe alınabilirdi.[3]
Sanayi ülkeleri 2009 yılında Kopenhag’da düzenlenen iklim zirvesinde, yoksul ülkelere “iklim değişikliğinin etkileriyle mücadele” ve “yeşil enerji” için yardımların sürekli artırılması ve 2020 yılından itibaren yılda 100 milyar Dolar’a ulaşması taahhüdünde bulunmuş, bu taahhüt 2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşmasın’da da vurgulanmıştı.
Ancak Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) verilerine göre 100 milyar Dolar hedefinin geçen yıl olduğu gibi bu yıl da tutturulabilmesi mümkün olmayacaktır. Glasgow’da ise, hemen bu limiti tamamlayalım şeklinde değil de, ancak 2025’te bu vaadi gerçekleştirelim yolunda ikiyüzlü bir karar çıktı.
Project Syndicate sitesinde yer alan Maureen Santos ve Linda Schneider’ın makalelerinde, 2050 net sıfır taahhütlerinin yeşil badana (greenwashing) tabir edilen bir göz boyama niteliği taşıdığını dile getiriyorlar. Öncelikle 2050’nin çok uzak bir tarih olduğunu, yakın vadede karbon salınımlarını kısma hedeflerinin çok yetersiz kaldığını vurguluyorlar.[4] Bunun yanında, “net sıfırın gerçek sıfır anlamına gelmediğini” hatırlatıyorlar. Bir yandan karbon salımı sürerken, diğer yandan atmosferden bunu dengeleyecek kadar karbon yakalanması plânlarının açık seçik olmadığının ve tartışmalı yöntemlere dayandığının altını çiziyorlar. Böylelikle doğayı en fazla “kirleten sanayilerin ömrünün uzatılacağı endişesini” dile getiriyorlar. Özellikle de karbon yakalama ve depolama ağırlıklı jeomühendislik teknolojilerinin risklerine ve belirsizliğine dikkat çekiyorlar.
Net sıfır hedefinde bel bağlanan çözümlerden biri de, “ormanların yaygınlaşması” ve “yutak arazilerin artırılması” ile karbon soğurma potansiyelinin yükseltilmesi olmaktadır. Amansız bir kömür ve fosil yakıt üreticisi olan Avustralya’nın bir yandan dizginsiz karbon salınımına devam edip, bir yandan da yeşillendirme yoluyla durumu dengeleme stratejisi inandırıcı bulunmadı ve şiddetle eleştirildi.
Santos ve Schneider’e göre, tartışma “sömürüye dayalı ve yıkıcı ekonomik sistemin dönüşümüne” odaklanmalıdır. Onlara göre “gerçek sıfır” hedefine varılması için, iklim krizini doğuran ve şekillendirmeye devam eden küresel ve tarihsel adaletsizlikler masaya yatırılmalıdır.
ÖNEMLİ BİR MEKTUP
Dünyanın dört bir yanındaki 46 milyon hekim, diş hekimi, eczacı, hemşire, tüm sağlık çalışanlarını temsil eden 600 kurum, Konferans Başkanlığı’na bir mektup sundular. Mektupta “iklim krizi, insanlığın önündeki en büyük sağlık tehdidi” olarak tanımlanmaktadır.[5]
Diğer yandan, “sağlıklı iklim reçetesi” başlığı konmuş olan mektubun, bisikletle yapılan uzun bir yolculuğu bulunmaktadır. DSÖ iklim ve sağlık yöneticisi Diarmid Campbell-Lendrum tarafından 850 km taşınarak Cenevre’den Londra’ya, oradan da 70 çocuk hekimi tarafından 800 km taşınıp Glasgow’a getirilmiştir. Nedeni de, iklim krizinde sorumlulukları olmadığı halde gelecekte buna bağlı hastalıkları ve can kaybını en çok yaşayacak olan bugünün çocukları olacağı için.
Sağlık çalışanları, her gün iklim krizine neden olan sorunlarla ilişkili hastalıkları görmekte; hava kirliliği nedeniyle yılda yedi milyon kişinin erken yaşta öldüğüne tanıklık yapmaktadır.. Dünyanın dört bir yanında aşırı hava olaylarıyla ilgili felaketler daha sık görülmektedir. Gıda güvenliği ve tedarikinde sorunlar, açlığı ve kötü beslenmeyi artırmaktadır. Yükselen deniz seviyesi, evleri ve yaşam alanlarını tahrip etmekte; iklim değişikliği travma sonrası stres bozukluğu ve anksiyetede artışa, insanların ruh sağlığında bozulmalara yol açmaktadır.
Küresel sıcaklık artışını 1,5C dereceyle sınırlamak gerekirken, mevcut rota ve hızla gidilirse, bu yüzyıldaki artış 2,7-3,1C derece arasında olacaktır. Bunun sonuçlarının ise “ürkütücü” olacağı bilinmektedir.[6] Bu gelişmeden herkes tehlike içindedir. Fakat en olumsuz etkilenecek olanlar ise, iklim krizinde en az sorumluluğu olan, “dünyanın yoksul halklarıdır”.
Fosil yakıtların çıkarılması ve tüketiminin azaltılıp sonlandırılması, temiz hava ve su için adımlar atılması, güvenli gıda kaynakları sağlanması, ulaşım, günlük yaşam ve sağlık hizmetlerinin buna uygun düzenlenmesi önerileri sıralanmaktadır. Yoksul ülkelere bu amaçlarla acil kaynak aktarılması çağrısı yapılmaktadır. Yukarıda sözü edilen mektup, zenginlere ve yöneticilere anlayacakları dil ile seslenmeyi de ihmal etmemektedir: Daha temiz ve yaşanabilir dünya için harcadığınız paralar, sağlık harcamalarındaki azalmayla telafi edilecektir.
KONFERANSIN ÖNEMLİ GİRİŞİMLERİNDEN BİRİ: ISSB
COP26’nın en heyecan verici gelişmelerinden biri, raporlama dünyasından “Uluslararası Finansal Raporlama Standartları – IFRS Vakfı”ndan geldi. Zirvenin muhtemelen önemli girişimi olarak da adlandırılan “Uluslararası Sürdürülebilirlik Muhasebesi Standartları Kurulu (ISSB)’nun duyurusu, ses getiren önemli gelişmeler arasında yer aldı.
Sürdürülebilirlik raporlamasını finansal raporlama ile aynı temele oturtmayı ve bu doğrultuda “küresel sürdürülebilirlik açıklama standartlarını geliştirmeyi” amaçlayan ISSB’nin yatırımcılara, karşılaştırılabilir ve tutarlı raporlama sağlama konusunda önemli bir potansiyel sunması beklenmektedir. Bu bağlamda finans çevrelerinde, IFRS Vakfı, VRF ve CDSB’nin güçlerini ISSB çatısı altında birleştireceklerini açıklamaları, önemli bir gelişme olarak değerlendirildi.
IFRS Vakfı çatısı altında faaliyet gösteren ve dünya çapında çoğu ülkede benimsenen finansal raporlama standartlarını belirlemekten sorumlu olan Uluslararası Muhasebe Standartları Kurulu – IASB tarafından yayınlanan yorumlarda da vurgulandığı gibi, iklim ve diğer çevre konularının (ESG) finansal tablolar için önemli olma niteliği doğrultusunda, “finansal raporlamayla tutarlı ve bağlantılı olan sürdürülebilirlik” açıklamaları için tutarlı bir çerçeve olması oldukça önemlidir. Bu noktada, ISSB çatısı altında oluşturulan güç birliğinin, “entegre raporlama” çerçevesinde önemli bir gereksinimi karşılaması beklenmektedir.
SONUÇ YERİNE
“Yıkıcı iklim senaryolarını” önlemek için ne yazık ki ivme hâlâ yetersizdir. Şüphesiz belirlenen hedeflere ulaşmak için finansal kurumlar, politika yapıcıları ve şirketlerin birlikte hızla hareket etmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. “Net sıfır ekonomiye geçiş” sürecinde başarının anahtarı ise koşulsuz çözüme yatırım yapmaktan geçmektedir.
Ekosistemleri, biyoçeşitliliği ve iklimi korumak için yerli halkların ve yerel toplulukların, başta toprak hakkı, hak ve talepleri göz önüne alınmalıdır. Yeryüzünün topraklarını ve ekosistemlerini tahrip eden “endüstriyel tarımdan” vazgeçilmelidir. Agroekolojinin olanaklarından yararlanılmalıdır. Küresel Kuzey’in aşırı tüketim ve dünya kaynaklarının sömürüsüne dayanan sistemi yerine, küresel anlamda sosyal adalet ve iklim adaleti egemen kılınmalıdır.
Sonuç olarak, söz konusu küresel sorunun, iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın yol açtığı yıkıcı doğa olaylarının önlenmesinin ötesinde siyasi, jeopolitik ve güvenlik boyutunun bulunduğunu göz önüne alarak; bunun gerektirdiği “ulusal politikamızın”, tüm paydaşları, ülkenin geleceği yönünden yakından ilgilendirdiğinin dikkate alınmasının, uzun erimli çıkarlarımız açısından çok önemli olduğunun bilincinde olmamız gerektiğini düşünüyoruz.
[1] “UNITING THE WORLD TO TACKLE CLIMATE CHANGE”, Un Climate Change Conference UK 2021, https://ukcop26.org/
[2] Mithat Rende, “Glasgow COP26 İklim Zirvesi’nin siyasi boyutu”, Dünya, Serbest Kürsü, 12.11.2021, https://www.dunya.com/kose-yazisi/glasgow-cop26-iklim-zirvesinin-siyasi-boyutu/639511
[3] “The Glasgow summit left a huge hole in the world’s plans to curb climate change”, The Economist, 20.11.2021, https://www.economist.com/international/2021/11/20/the-glasgow-summit-left-a-huge-hole-in-the-worlds-plans-to-curb-climate-change
[4] Maureen Santos ve Linda Schneider, “Net Zero Is Not Zero”, Project Syndcate, 1.11.2021, https://www.project-syndicate.org/commentary/net-zero-climate-pledges-are-greenwashing-by-maureen-santos-and-linda-schneider-2021-11
[5] Beyazıt İlhan, “İklim konferansı sona ererken”, BirGün, 12.11.2021, https://www.birgun.net/haber/iklim-konferansi-sona-ererken-365517
[6] Santos ve Schneider, agm.
Comments