“Büyüme” ile “kalkınma” arasındaki farkın en tutarlı ve anlaşılır tanımını şu şekilde yapabiliriz: Büyüme, bir ülkenin “ulusal gelir düzeyindeki artışı” gösteren “niceliksel” bir olgudur. Kalkınma ise daha geniş bir kavram olup, “iktisadi iyileşmenin” insanların eğitim, sağlık gibi sosyal ve kültürel hayatına yansıması, bir başka deyişle “sosyal refahın yükselmesi” anlamına gelen “nitelikli büyümeyi” imleyen bir göstergedir.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, özellikle “popülizmin egemen olduğu” yönetimlerde, iktisat disiplininde eğitim almamış çoğu insanın gözünde “büyüme ile kalkınma arasındaki fark” çok belirgin olmadığı için siyasetçi, bu boşluktan “algı bükülmesi” yapmak şeklinde yararlanarak, “kalkınma/gelişme” sözcüklerini çoğu zaman “büyüme” anlamında kullanmaktadır. Bu şekilde, büyümeyi çoğu zaman kalkınma/gelişme olarak ifade eden siyasetçi, buna itiraz edenleri de çoğu zaman “zenginliğe karşı olmakla/servet düşmanlığı” ile suçlar.
Aslında suçladığı seçmenler, zenginliğe değil, “zenginliğin bir avuç insanın elinde toplanmasına”, büyümenin kalkınmaya tercih edilmesine, büyümenin anahtarının sadece “verimlilik/ etkinlik” olarak görülmesine ve bu verimlilik denen ölçütün de sadece işveren gözünden değerlendirilmesine karşıdır.
KALKINMA/GELİŞME KAVRAMI ve EVRİMİ
Genel anlamıyla “kalkınma” ya da “gelişme“, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda “ilerleme” kaydedilmesi ve “toplum refahındaki” artıştır. Kalkınma sözcüğü, iktisadi kalkınma, sosyal kalkınma, kültürel kalkınma gibi sadece iktisat disiplininde değil, diğer birçok disiplinde de kullanılan bir kavramdır.
Gelişmeyi, ilerlemeyi tanımlamak için kullanılan “kalkınma kavramının anlamı”, toplumların yaşadığı değişim süreçlerine paralel olarak farklı içerikler kazanmıştır. 1970’li yıllar öncesinde genelde “dar anlamında” kullanılan kalkınma kavramı, daha çok ulusal gelirdeki artışla ölçülen “ekonomik büyümeyi” hedeflemişti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan “büyüme merkezli kalkınma” yaklaşımında, kalkınmanın temel amacı, üretim ve istihdam yapısını, tarımdan ziyade, sanayi ve hizmet sektörlerine doğru dönüştürmek olduğundan, “kişi başına düşen ulusal gelir” de, ülke refahındaki değişimlerin temel göstergesi olarak değerlendirilmiştir.
Daha çok “üretim kapasitesinin ve üretimin artmasıyla” sağlanan “ekonomik büyüme endeksli geleneksel kalkınma” kavramı, 1960’lardan sonra siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda yaşanan gelişmeleri ve ekonomik olmayan unsurları yansıtmakta “yetersiz kaldığı” görülmüştür. Söz konusu bu yetersizlik ve ekonomik açıdan kalkınmış birçok ülkede bile sosyal sorunların çözülemediğinin görülmesi, kalkınma kavramının 1970’lerde yeniden tanımlanmasını ve ekonomik büyüme ile “insani gelişme” arasındaki ilişkinin daha iyi kurulmasını gerektirdiği düşüncesini öncelemiştir.
Kalkınmaya, insani, sosyal, kültürel, çevresel ve mekânsal boyutları da katma amacı taşıyan yeni kalkınma anlayışı, ekonomik büyüme kavramı yanında, yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımı ve bölgesel dengesizlikler gibi unsurların da kalkınma tanımları içinde yer almasını öngörmektedir. Özellikle 1990’lardan sonraki kalkınma tartışmaları, makroekonomik istikrar, yönetişim, kurumların güçlendirilmesi ve katılım gibi konulara da odaklanmıştır. Keza 1990’lardan itibaren uluslararası sistemde meydana gelen gelişmeler, “kalkınma anlayışındaki değişikliği” pekiştirmiştir.
Bu gelişmelerin başında, SSCB’nin yıkılışı, Doğu Avrupa’nın çözülmesi, ulusal bağımsızlık çatışmalarının artması ve etnik ve dini çatışmaların alevlenmesi gibi siyasi gelişmelerin yanı sıra, çevre kirliliğinin artması ve buna bağlı olarak ekolojik dengenin bozulmaya başlaması, “kalkınmanın sürdürülebilirliğine” vurgu yapılması, AIDS gibi bulaşıcı hastalıklar ve uyuşturucu ile mücadele gereği gibi ekonomik ve toplumsal sorunların artması gelmektedir. Ulusal ve uluslararası alanda meydana gelen bu değişim, genel anlamda “ortodoks iktisadın” sorgulanmasına ve kalkınma sorunsalında büyüme merkezli anlayıştan “insan merkezli kalkınma” anlayışına geçilmesine neden olmuştur. İnsan merkezli yeni kuramsal yaklaşıma göre kalkınma, iktisadi büyümenin ötesinde, insanın yaşam kalitesi ve koşullarının iyileştirilmesiyle, ekolojik dengeleri ve ekonomik büyümenin “sürdürülebilirlik (sustainable development) boyutuyla” daha sıkıca ilgilidir.
Kısacası, “geleneksel kalkınma” anlayışında, kişi başına düşen milli gelir gelişmişliğin en belirleyici ölçütü olarak kabul edilirken; yeni kalkınma anlayışında, bir ülkede ulusal gelirdeki (GSMH) artışın yüksek olması, tek başına o ülkeyi gelişmiş bir ülke yapmak için yeterli görülmemektedir. Dolayısıyla, her ne kadar ekonomik büyüme, kalkınmanın diğer boyutlarının da sağlanması için gerekli bir ön şart niteliğinde ise de, bu anlamda bir garanti değildir. Kalkınma kavramını ekonomik büyümeden ayıran en önemli özellik, bu kavramın gelir artışının yanında, toplumun genelini kapsayan sosyal, siyasal ve kültürel yapılarda da bireyin yaşam kalitesini arttıracak değişim süreçlerini de kapsamasıdır.
KALKINMA ve GELİŞME ARASINDAKİ İNCE FARK
Aslında “büyüme”, “kalkınma” ve “gelişme” başka başka anlamlara gelmektedir. Tekrarda yarar var: Büyüme, ülkede yaratılan katma değerin belli bir dönemde ne kadar arttığını gösteren parasal bir ölçüdür.
Basit anlamıyla “kalkınma”, ülkede üretim gücünün, insanların yaşam kalitesinin yükseltilmesine yönelik olarak değerlendirilmesi sonucu ortaya çıkan, “alt ve üst yapıdaki iyileşmenin” ölçüsüdür. Kısacası, ülkenin sosyo-ekonomik yapısındaki gelişmedir.
Ulusal gelir tüketime mi gidiyor yoksa çarçur mu ediliyor? Yoksa gelir ülkedeki, alt yapı (yollar, limanlar, enerji yatırımları gibi) ve üst yapı (hastaneler, okullar, ekonomik ölçekte üretim yapacak fabrikalar) yatırımlarında mı kullanılıyor? Bu soruların yanıtını bize “kalkınma analizleri” verir.
“Gelişme” ise, büyümeye (ulusal gelir artışına) ve kalkınmaya (alt ve üst yapıdaki iyileşmeye) dayalı olarak ülkedeki “yaşam kalitesi değişimini” ortaya koyar. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, gelir dağılımı, istihdam, can ve mal güvenliği, fikir ve vicdan özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, insan hakları, çevre, demokrasi, teknoloji, bilim, sanat, kültürel faaliyetler gibi alanlarda ülke insanına, çağdaş insanların sahip oldukları olanaklar sağlanamıyor ise, büyüme de kalkınma da bir anlam ifade etmez.
Büyüme olmadan, kalkınma ve gelişme olamaz. Ancak her büyümenin mutlaka kalkınma ve gelişmeye dönüşmeyeceği; ekonomik büyümenin zorunlu olduğunu, ekonomik gelişmenin tek şartı olmadığı bilinmelidir.
İNSAN ODAKLI OLMA YÖNÜNDEN
Yukarıda ele aldığımız “kalkınma/gelişme” kavramları, “insan merkezli yeni kalkınma” anlayışını içermektedir. Bu yaklaşıma göre kalkınma, iktisadi büyümenin ötesinde, “insanın yaşam kalitesi ve koşullarının iyileştirilmesiyle” ilgilidir.
Söz konusu anlayışa göre kalkınma, uzun vadeli çıkarları, kültürel farklılıkları, ekolojik dengeleri ve ekonomik büyümenin sürdürülebilirlik boyutunu dikkate almalıdır. Kalkınma, bir ekonomik terim olmaktan çıkarılıp; sosyal, siyasal ve kültürel boyutları da içeren, disiplinler arası bir yaklaşım olarak anlaşılmalıdır. Buna göre kalkınma, küreselleşen dünyada “ortak çıkarların sürdürülebilir şekilde sağlanması” için, dünyayı bir bütün olarak algılayan ve gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun tüm ülkelerin “ortak sorumluluklar” üstlendiği ve işbirliği halinde hareket ettiği bir anlayış olarak anlaşılmalıdır.
Bunların yanında yeni kalkınma yaklaşımında, beşeri ve doğal kaynakların doğru yönetimi, eşitlik, sosyal adalet, demokratikleşme, sivil toplumun yaygınlaştırılması, adem-i merkeziyetçilik (yerinden yönetim), kaynakların yönetiminde yerel sivil topluma hükümetin yanında söz hakkı tanınması gibi unsurlar öncelenmektedir.
SONUÇ YERİNE
Geleneksel (klâsik) kalkınma anlayışında kişi başı GSMH, “gelişmişliğin en belirleyici ölçütü” olarak kabul edilirken; yeni kalkınma anlayışında, bir ülkede “ulusal gelirdeki artışın yüksek” olması, tek başına o ülkeyi gelişmiş bir ülke yapmak için yeterli görülmemektedir.
Gelişmiş veya bu yoldaki bir ülkede, ekonomik büyümenin yanında, ulusal gelirin dengeli dağılımı, bölgelerin dengeli gelişimi, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin herkese tatmin edici derecede sunulması, bilgi ve iletişim teknolojisinin yaygınlaştırılması, sosyal ve kültürel alt yapının iyileştirilmesi, çevre ve çevre koruma bilincinin geliştirilmesi, kadınların sosyal ve ekonomik hayata katılımının arttırılması ve insan haklarının geliştirilmesi gibi siyasal, toplumsal ve kültürel gelişmelerin de sağlanması gerekmektedir.
Bundan dolayı, her ne kadar “ekonomik büyüme”, kalkınmanın diğer boyutlarının da sağlanması için gerekli bir ön şart niteliğinde ise de, yukarıda değindiğimiz anlamda bir “garanti” değildir. “Kalkınma” kavramını ekonomik büyümeden ayıran en önemli özellik, bu kavramın, gelir artışının yanında, toplumun genelini kapsayan sosyal, siyasal ve kültürel yapılarda da bireyin “yaşam kalitesini arttıracak” değişim süreçlerini de kapsamasıdır. Yani kalkınmada, “her alanda bütünsel bir ilerleme” söz konusu olmalıdır.
Bunun yanında, günümüz kalkınma anlayışında “kalkınmanın sürdürülebilirliğine” giderek daha fazla vurgu yapılmakta ve “sürdürülebilir kalkınma” kavramı kalkınma tartışmalarının odağında yer almaktadır.
Literatürde “sürdürülebilir kalkınma” yaklaşımı, ‘günümüz kuşaklarının gereksinimlerinin gelecek kuşakların gereksinimlerinin karşılanmasından taviz vermeden karşılanması’ olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle sürdürülebilir kalkınma, doğal kaynakları tüketmeden doğa ile uyum içerisinde ve kalkınmanın gelecekte de devam etmesine olanak sağlayacak şekilde kullanarak, sadece bugünün değil, gelecek nesillerin de ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayacak, ve sosyal, ekolojik, ekonomik, mekânsal ve kültürel boyutları da içeren bir kalkınma modelidir.
Sürdürülebilir kalkınma anlayışının temelinde “mekân ve zaman boyutuna” dayanan “kuşaklar arası dayanışma” ve “adalet” yer almaktadır.
Son sözümüz de biricik ülkemiz için: Baz etkisini de içeren “büyüme sayıları” ile övünmeyelim; işin kalitatif yönünü gösteren “kalkınma/gelişme göstergeleriyle ilgilenelim…
Comments