“ Çeşitli belirsizlikleri öngörerek girdiğimiz 2017 yılının sonlarına gelirken, söz konusu belirsizliklerin yıl içinde çeşitli zorluklar getirdiğini görmekteyiz. Dünya’da, sıcak savaş, terör saldırıları, işsizlik, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin artması, açlık, nüfusun yaşlanması, iklim değişikliği, küresel ve bölgesel güç dengesizliği, globalleşme ve neo-liberal sistem karşıtlığının güçlenmesi, yükselen “sağ popülizm”, giderek güçlenen sağ ve milliyetçilik…. „
Çeşitli belirsizlikleri[1] öngörerek girdiğimiz 2017 yılının sonlarına gelirken, söz konusu belirsizliklerin yıl içinde çeşitli zorluklar getirdiğini görmekteyiz. Dünya’da, sıcak savaş, terör saldırıları, işsizlik, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin artması, açlık, nüfusun yaşlanması, iklim değişikliği, küresel ve bölgesel güç dengesizliği, globalleşme ve neo-liberal sistem karşıtlığının güçlenmesi, yükselen “sağ popülizm”, giderek güçlenen sağ ve milliyetçilik, beklenen kurumsal değişim ve düzenlemelerin halâ yapılmamış olması gibi çeşitli belirsizlik ve sorunların mevcut olduğunu ve bir kısmının da arttığını gözlemekteyiz..
Çalışmamızın ereği, 2017 yılının genel bir değerlendirilmesi yapmak yanında, sıkıntı ve sorunların nitelik ve boyutlarını ortaya koyabilmek; mevcut olanak ve gelişmelerin olumlu ve olumsuz yanlarını irdelemek; 2018 yılı için çıkarımlar elde etmek olmuştur.
Son Seçimlerden Sonra Almanya’da Kurulamayan Koalisyon
24 Eylül günü yapılan 19. Bundestag (Almanya Federal Meclisi) seçimleri sonrası Almanya’da genel seçimin ardından, 393 sandalyeyi temsil eden Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDU/CSU), Yeşiller Partisi ve Hür Demokrat Parti (FDP) arasında başlayan “Jamaika koalisyonu” ön görüşmeleri, FDP lideri Christian Lindner’in geçtiğimiz Pazar gecesi masadan kalkmasıyla, başarısızlıkla sonuçlandı. Görüşmelerden sonuç alınamamasının ardından Başbakan Angela Merkel, erken seçim işareti verdi.[2]
Bu gelişme üzerine Cumhurbaşkanı Steinmeier, cumhurbaşkanlığı konutu Bellevue Sarayı’nda yaptığı açıklamada, Almanya’nın, 70 yıldan bu yana ilk kez bir koalisyon hükümetinin kurulmasının başarısız kaldığını belirterek, siyasi partilerin insanların refahından sorumlu olduklarını dikkate alarak, sorumlu şekilde hareket etmeleri gerektiğini söyledi.
Böylesi bir gelişmede en çok memnun olan partinin, Almanya için Alternatif (AfD) oldu ve bu durumda Başbakan Merkel’in istifa etmesi gerektiğini açıkladı.
Koalisyon görüşmelerinde görüş farklılığı ve anlaşmazlık yaratan konuların en başında, Avrupa ülkelerinin çoğunda yaşanan “göçmen” ve “sığınmacı” sorunları gelmektedir. Son seçimlerde “muhafazakâr” kanadın yıpranmasının sorumlusu olarak, 2015’de Almanya’ya kabul edilen yaklaşık bir milyon mülteciye kapıyı açan Merkel’in “açık kapı” politikası görülmektedir. Bunun somut sonucu da, aşırı sağcı ve mülteci karşıtı AfD’nin son seçimlerde oy oranını yüzde 12’ye (Bundestag’daki sandalye sayısı 94) yükseltmesi ve üçüncü büyük parti konumunu kazanması olmuştur.
Koalisyon görüşmelerinde Yeşillerin ilgi ağırlığı “çevrecilik politikası”; SPD’nin ise, “sığınmacı yasasının” güncelleştirilmesi, demodeleşmiş “vergi yasalarında yeni düzenlemeler” ve eski Doğu Alman Eyaletleri için düşünülen “Soli Vergisi” olduğu söylenebilir.
Avrupa’nın, 81.2 milyon nüfusu ile en kalabalık, 3.5 trilyon ulusal geliri ile en büyük ekonomisine sahip (ABD, Çin ve Japonya’dan sonra dünyanın dördüncü büyük ekonomisi) Almanya siyasetindeki söz konusu beklenmedik gelişme, başta AB olmak üzere, dünyada şaşkınlık yaratmıştır. Bunun nedeni, Almanya’nın, AB’nin geleceği ve istikrarı ile, dünya barış, güvenlik ve güç dengeleri yönlerinden çok önemli bir aktör konumunda olmasındandır.
Anılan gelişme en azından, Merkel yönetimindeki Almanya’nın, “öngörülebilir” ve “istikrarlı” niteliklerinin sarsıldığı algısını gündeme getirmektedir. Diğer yandan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Brexit sonrası oluşan yeni denge ve güçlere göre AB’yi şekillendirmek için, Merkel’in yeni hükümetini kurmasını beklemektedir. Bu bağlamda kısaca, daha “zayıf” bir Avrupa ve sorgulanır bir siyasi “belirsizlik” içindeki Almanya ile eşzamanlı olarak karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
Sorunun aşılması, “azınlık hükümeti” veya “erken seçim” alternatiflerinden öte, koalisyon görüşmelerindeki ilk turu başarısızlıkla sonuçlandıran görüşmeci partilerin, yapılacak yeni bir görüşme turunda uzlaşmalarıyla veya önceki koalisyonun ortağı Sosyal Demokrat Parti (SPD)’nin ortak olmaya ikna edilip, yeni bir CDU/CSU-SPD “büyük koalisyonu” kurulmasıyla sağlanacağı anlaşılmaktadır. İkinci çözüm, güçlü Almanya’nın sürmesi ve Berlin’in yeni güçlenen “popülist” partilere teslim olmaması; AB yönünden de, Birliğin içinde bulunduğu sıkıntıları aşması için en yararlı/akılcı yol olarak durmaktadır.
Nitekim, Alman DW’nın haberine göre, SPD ile yeniden büyük koalisyon kurma seçeneği konusundaki soruya Başbakan Merkel, geçmişte iyi bir işbirliği yaptıklarını, iki parti arasında nelerin iyileştirilebileceği konusunda görüşmeler yürütülmesi gerektiği seklinde yanıt vermiştir. Aynı şekilde SPD Genel Sekreteri Hubertus Heil’de yaptığı açıklamada,”SPD konuşulması gerektiğine inanmaktadır. SPD kendisini müzakerelerden soyutlamayacaktır” ifadesini kullanmıştır.[3] Görünen o ki, “güçlü Almanya ve güçlü koalisyon” çerçevesi içinde, Alman iş çevreleri başta olma üzere kamuoyu ve AB yapılanması taraftarları nezdinde, yeniden bir CDU/CSU-SPD koalisyonunun kurulması seçeneği giderek güçlenmektedir.
Çin Komünist Partisi’nin 19 ncu Ulusal Kongresi’nin Ekim Ayında Toplanması
Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) 19. Ulusal Kongresi, başkent Pekin’deki Tienanmen Meydanı’nda bulunan Büyük Halk Salonu’nda 18-24 Ekim tarihleri arasında toplandı. Hükümet, asker, devlet yönetimindeki şirketler ve parti tabanı temsilcilerinden oluşan 2 bin 300’e yakın delege katıldığı ve her beş yılda bir toplanan kongrenin bilinen amacı, her zaman olduğu gibi Çin’in, sonrası beş yıldaki siyasi ve ekonomik yol haritasını belirlemekti.
Kongre, önümüzdeki dönem 7 kişilik Daimi Komiteyi belirlediği gibi, Devlet Başkanı Xi Jinping’in “ideolojik doktrini”ni “kutsal” kabul etti ve tüzüğe yazılmasına onay verdi.[4] Böylelikle Xi, Çin de Mao ve Deng Xiapping’ten sonraki en güçlü lider oldu. ÇKP Ulusal Kongresi, Çin’in Başkan Xi Jinping’le dünyadaki büyük güçlerden biri olmanın kutlanması ve kanıtı olarak görüldü.[5]
Kongrenin son günü delegeler Xi’nin, “Çin’e özgü sosyalizm” tezinin tüzüğe eklenmesini kabul ettiler. Böylece bundan böyle Xi’ye yönelik eleştiriler, doğrudan ÇKP yönetimini muhatap olarak değerlendirilecek.[6] Devlet Başkanı Xi’nin sunduğu ve Kongrenin de onayladığı yeni plâna göre ÇKP, 2020-35 yılları arasında sosyalist modernizasyonun ilk aşamasını hayata geçirecek, sonraki 15 yıllık dönemde ise gelişmiş, güçlü, demokratik, ileri kültür seviyesine ulaşmış, uyumlu sözcükleriyle tanımlanan “büyük modern sosyalist bir ülke” haline getirecek.[7]Söz konusu plâna göre Çin, ekonomik büyümeyi yine öncelemekte ve bu yolla ülkenin sorunlarının üstesinden geleceğini belirtmektedir. Keza plânda özel sektörün, ülke ulusal geliri, vergi tahsilâtı, istihdam ve yenilikler başlıklarında ulaşacağı paylara başat rol verilmektedir.[8]
Özetle, Kongrede kabul edilen Raporunda Xi, Çin ekonominsin yapısal değişim sürecini analiz ederek, ekonominin, “hızlı büyüme” evresinden, “yüksek nitelikli (yüksek teknolojiye ve yeniliğe dayalı)” gelişme aşamasına geçtiğini vurgulanmaktadır. Raporda bu konuda ilaveten, önümüzdeki dönemde devlet sermayesinin güçlendirilerek, Çinli işletmelerin dünya çapında “küresel rekabetçi firmalar” haline gelmesinin destekleneceği ve tüketimin teşvik ederek, ekonomik büyümenin sürdürüleceği (sürdürülebilir kalkınma) açıklanmaktadır.[9]
Ekonomik alanda “küresel bir güç”, Asya-Pasifik’te önemli bir “bölgesel güç” olma yolunda hızla ilerleyen bir Çin olgusu oldukça nettir. Ayrıca son ÇKP Ulusal Kongresinde alınan alınan kararların, küresel sistem üzerindeki olası etkilerini de aşağıdaki dört başlıkta toplayabiliriz:
Çok Kutuplu Dünya Modelinin Güçlenmesi. Bundan böyle Pekin, küresel kamu malı tedarikinde giderek daha fazla rol üstleneceği ve çok kutuplu bir dünyanın oluşmasında daha fazla aktif olacağı anlaşılmaktadır. Xi’nin raporunda yer alan “gelişmesinin hangi aşamasında olursa olsun Çin hegemonya yaratmayacak ve yayılmacı bir siyasetin içinde olmayacak” vurgusu, Çin’in uluslararası sistemde işbirliğine ve kazan-kazan stratejisine önem veren konumunu ortaya koyması açısından son derece önemlidir. Bu yaklaşım bizce, ABD merkezli küresel sistem krizinin şiddetlendiği bir dönemde, çok kutuplu bir dünyanın gelişmesi için önemli bir fırsata yer vermiş olmaktadır.
Küresel İklim Değişimi İle Mücadele. Çin, Paris İklim Anlaşması’nın sürdürülmesi konusunda en çok çaba harcayan ülkelerin başında gelmektedir. Zaten Çin, 21.yy’da yenilenebilir enerji kaynağı geliştirmede, küresel bir lider olarak hızlıca ortaya çıkmıştı. Çin, şaşırtıcı oranda solar elektrik ve rüzgâr enerji sistemleri üretmekte ve kurmaktadır. Uluslararası Enerji Ajansına göre Çin, yenilenebilir enerjilerde büyümenin yüzde 40’ını temsil etmektedir. Xi’nin raporunda yer alan “Ekolojik Uygarlık” göndermesi de çok önemsenmiştir. Geçtiğimiz yıl karbon salınımı azaltma hedeflerine ulaşan Pekin, gelişmekte olan ülkeler için 3.1 milyar ABD Doları tutarında bir paket sözü vermişti.
Serbest Ticarete Dayalı Küreselleşme. Xi’nin raporunda Çin’in dünya ekonomisine daha fazla entegre olacağını belirtilmesi, gelecek dönemde küreselleşmenin sürmesi ve serbest ticaretin önündeki engellerin kaldırılması bağlamında daha aktif bir rol üstleneceğine işaret etmektedir. Özellikle ABD Başkamı Donald Trump’un serbest ticaret anlaşmalarının Amerikalıların işlerini ellerinden aldığına yönelik açıklamaları ve “önce Amerika” söylemine dayanan globalleşme anlayışı, Çin’in serbest ticaret yanlısı ülkelerin liderliği için elini güçlendirdi. Diğer yandan Pekin, küresel serbest ticaretin sürdürülmesi konusunda Washington’un olası bir içe dönme politikası sonucu oluşacak boşluğu dolduracak ekonomik güce sahip bulunuyor. Bilindiği gibi, geçtiğimiz süreçte Çin’in küresel ekonomik işbirliğine aktif katılımı ve serbest küresel ticarete desteği, tüm tarafların yararına olduğu gibi, 2008 küresel krizinin atlatılmasında da önemli katkısı gözlenmişti.[10]
Çin Ordunun Güçlendirilmesi ve Dünya Dengelerinde Değişim. ÇKP Kongresine Xi’nın sunduğu raporda, Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun geleceği ile ilgili olarak: “2020 yılına gelindiğinde, bilgi ve iletişim teknolojilerinden yararlanan stratejik kabiliyetler ve askeri mekanizasyon başarıyla sonuçlanacak ve ulusal savunma ile silahlı kuvvetlerin modernizasyonu da 2035 yılına kadar tamamlanacaktır. Çin silahlı kuvvetleri, 21. yüzyılın ortalarında birinci sınıf askeri birliğe dönüşecektir” denilmektedir. Bir anlamda “yeni bir savunma doktrini” açıklanmaktadır.
Gelişen dünya ticaret ve ulaşımı olgusu içinde Çin, ekonomik ve jeostratejik çıkarlarını korumak için yakın denizlerin savunulması ile birlikte açık denizlerin de savunulmasını amaçlayan modern bir deniz gücü geliştirmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu strateji doğrultusunda son 10 yıl içinde Çin, çeşitli savaş gemisi ve denizaltı yapım ve alımına hız verdi. Özellikle çok sayıda, silahlı askerleri uzun mesafelere taşıyabilecek gemilerin yapımına önem verilmektedir. Bu yıl ikinci uçak gemisi de kullanıma girdi ve ileriye dönük olarak bir uçak gemisi daha inşa edilmesine başlandı.[11] Silahlı güç konusundaki bu gelişmeler ve anılan yeni doktrin dikkate alındığında, bu gelişmelerin Pasifik’teki güç dengelerinin değişmesine neden olacağını ve küresel düzeyde ise, çok kutuplu dünyanın giderek daha fazla somutlaştığı bir dönemin habercisi olarak değerlendirilebilir.[12]
Suudi Arabistan’da Gerçekleştirilmeye Çalışılan Büyük Değişim/Dönüşüm
Aşiretler ittifakı olarak kurulan Suudi Arabistan Krallığı şimdilerde tarihinin en ilginç dönemlerinden birini yaşıyor. Aralarında dünyanın en zengin ve güçlü isimlerinin olduğu, 4’ü bakan 11’i prens 38 Suudi Kraliyet ailesi üyesi ve onlarca üst düzey Suudi yetkili, “yolsuzluk” suçlaması ile gözaltına alındı. Operasyonlar, dört ay önce sürpriz bir şekilde Birinci Veliaht Prensliği’ne atanan 32 yaşındaki Prens Muhammed bin Selman (MbS) tarafından yönetilmektedir. Aralarında, Twitter, Apple, Time Warner gibi, şirketlerde hissesi olan ve dünyanın en zengin 45.ismi Prens El Velid bin Talal’ında bulunduğu gözaltı operasyonunun amacı “yolsuzlukla mücadele” olarak açıklandı.[13]
Aslında değişim 21 Haziran’da, Selman’ın, ülkesinin bir geleneğine son vermesi ile başlamıştı. Kral bu tasarrufu ile, Veliaht Prens Muhammed bin Nayif’in yerine, 32 yaşındaki oğlu MbS’ı Birinci Veliaht Başbakan (Savunma Bakanlığı görevi ile birlikte) olarak atadı. Değişimin yasal zemini de, Anayasa’nın 50 nci maddesindeki ”Kral, urucu lider Abdülaziz bin Abdurrahman bin Suud’un oğulları arasından seçilir” hükmüne, “torunları” sözcüğünün eklenmesi ile hazırlandı.[14]
Yukarıdaki gelişmenin gerisinde, Katar’a karşı BAE, Mısır, Bahreyn ile birlikte ve Suudi Krallığı’nın öncülüğünde başlatılan ekonomik- siyasi kuşatmanın ardındaki aynı aktörün olduğu geniş kabul görmektedir.[15] Zaten ABD yönetimi ile yeni bir ilişki geliştiren Veliaht Prens ülkesini, siyasi ve askeri olarak giderek ısınan ve son dönemde artan İran-Şii etkisini yaşayan Ortadoğu’da bir süredir yeniden formatlıyordu. Bu tür bir dönüşümün işaretleri, MbS’nin 24 Ekim’de gerçekleşen Girişim Formunda yaptığı konuşmada ve Trump’ın Ekim ayında Riyad’a yaptığı ziyarette yapılan görüşmelerde verilmişti.[16]
Financial Times’ın edindiği bilgiye göre, gözaltındaki bazı isimler, mal varlıklarının önemli bir bölümünü, serbest kalmaları karşılığında Riyad’a devretmeye razı durumdalar.[17] Bilindiği gibi, uzun süredir düşük seyreden petrol fiyatları nedeniyle Suudi Arabistan’ın geçen yılki bütçe açığı 79 milyar $ seviyesine kadar yükselmişti. Yine basının aktardığı kadarıyla da, yolsuzlukların parasal karşılığı da 100 milyar $’a ulaşmaktadır.[18]
Suudi Arabistan’daki dönüşümle ilgili olarak bahsetmemiz gereken bir gelişme de, Veliaht Prensi Muhammed bin Selman 23 Ekim’de tanıttığı 500 milyar dolarlık NEOM projesidir. Projeye göre veliaht, küresel bir şehir kurmayı hedeflemektedir. Ürdün ve Mısır ile bağlanacak bağımsız bir iş ve endüstri alanı olan NEOM, 26.500 kilometre karelik bir alana yayılacaktır. Proje Arap ülkeleri ile Afrika, Asya, Avrupa ve ABD’yi ekonomik olarak birbirine bağlayacak olup, söz konusu bölge, daha şimdiden “şeriatsız bölge” olarak nitelenmektedir.[19]
Konuya, Riyad’da yaşanan bir “ABD/Trump desteği ile aile içi tasfiye” olarak yaklaşan görüşler de bulunmaktadır. Bu değerlendirmelere göre, “ılımlı islâm” derken, bir hayli “hışımlı” bir dış politika ile ortalığı karıştıracak bir “çöl fırtınası” yaşanacak ve Ortadoğu’da güç dengesi yeniden tesis edilecektir.[20]
Bilindiği gibi, ABD ve Rusya bölgede oluşan iki cephenin lideri durumundalar. İki büyük güç, bölgenin dört mihver devletinden ikisine, Suudi Arabistan ve İran’a dayanmaktalar. Ortadoğu’da İran’ı hedefe koyan ABD, bölgedeki müttefiklerini (Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail) bu hedefe göre hazırlamakta olup, ılımlı İslâm yaftası altında Suudi Arabistan’da yaşanan dönüşümün temelinde yatan saikin bu olduğu görüşündeyiz. Doğaldır ki bu arada, yolsuzluklardan ve bütçe açığından arınmış, istikrarlı ve ılımlı sistemi ile “model” gösterilebilecek bir Riyad, Washington’un tercihleri arasında olacak ve işini kolaylaştıracaktır.
Dünyayı Saran Popülizm, Liberalizmde Erime ve Yükselen Sağ
Popülizmi, “halk için” ve “halka rağmen” parametrelerini, birbirine zıt da olsa içinde barındıran, yığınları kısa vadede memnun etmek adına yine aynı kitlenin, genellikle orta-uzun vadeli çıkarları ile çelişebilecek siyasi ve ekonomik politikalar olarak tanımlayabiliriz. Bu tarz bir yönetişim tarzında, uzmanlık bilgileri ve rasyonel düşünce gerektiren “objektif gerçekler” pek önemsenmez; tepkisel duygular ve önyargılar ağırlık kazanır. Bu tür bir politikanın temel aldığı yaklaşım, tüm taraflar için “kazan-kazan” politikasıdır. [21]
Mevcut sistemin “liberal” niteliğine olan tepkinin en görünür olanı da, giderek yaygınlaşan sağ nitelikli “popülizm” olmuştur. The Economist’in tanımıyla, “milliyetçilik liginin” genişlemesi. Tüm dünyada, globalizme karşı gelişen “milliyetçilik” şeklindeki dönüşümün, popülizm ile karşılıklı birbirlerini beslediği izlenmektedir.[22] Böylesi bir gelişmenin, hâlihazır yönetimlerinde “illiberal/liberal olmayan demokrasinin” geçerli olduğunu, Macaristan, Polonya, Türkiye gibi ülkelerin “otoriterliğe” kaydığını görmekteyiz. Daha doğrusu, doğan boşluktan en çok yararlanan gelişme popülizmdir ve bu gelişmeyi de, seçimlerde “siyasî desteğe” çevirmeyi başarmıştır. Bir diğer anlatımla, daha çok demokrasi, adil gelir paylaşımı, insan hakları derken, ülke yönetimlerinin bir kısmının, oy desteği ile “otokratik” nitelik kazanması ve liberal demokrasiden uzaklaşması bir realite olarak yaşanır ve hatta kanıksanır hale gelmiştir.
Popülizmin son yıllarda hız kazanmasının temelinde, liberal düzenin mutlu etmediği yığınların tepkisi gelmekte ve bu gelişme, mevcut sistemin açıklarını, karanlık noktalarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Tarihçi Ash’ın belirttiği gibi, her hegemonik düzen kendi memnuniyetsizliklerini yaratır.[23] Batı demokrasilerinde görülen bu gelişmeyi Daron Acemoğlu, anılan ülkelerin, sandıktan çıkan otoriter, popülist “şahsi yönetimlere” karşı donanımlı olmamalarına bağlamakta ve bu gerçeği de “demokrasinin yumuşak karnı” olarak nitelendirmektedir.[24]
Söz konusu bu eğilimin sevindirici yanı ise, mevcut sisteme olan memnuniyetsizliğin beslediği bu gelişimin, liberal dünya düzenin, daha tutarlı ve kucaklayıcı bir sistem ile ikamesini hızlandıracağı beklentisidir.
Vekâlet Savaşları Sonrasında ABD ve Rusya Arasındaki Ortadoğu Satrancı
Ortadoğu’da Irak ve sonrasında Suriye’de yaşanan sıcak çatışma, ABD ve Rusya’yı, bölgede oluşan iki cephenin başı durumuna getirmiş bulunmaktadır. İki büyük güç, bölgenin dört mihver devletinden ikisine, Suudi Arabistan ve İran’a dayanmaktadır. Diğer iki mihver devletten Türkiye, gevşek bir şekilde İran cephesine; Mısır ise, daha sıkı bir şekilde Suudi Arabistan cephesine yakın durmaktadır.
Trump yönetimindeki ABD, Ortadoğu’da giderek güçlenen ve Şii nüfuzunu arttıran İran’ı hedefe aldı ve bölgedeki oyun stratejisini buna göre kurdu. Bu bağlamda Washington, bölgedeki müttefiklerini ile olan işbirliğini ve plânlarını bu hedefe göre hazırlamakta ve güncellemektedir. Bu paylaşıma göre İran ve Suriye bir tarafta, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail ise, başını Rusya’nın çektiği diğer tarafta cephe oluşturmaktadır. Irak, Türkiye ve Katar ise, İran cephesine yakın durmakla birlikte, kesin bir tutum içinde olmadıkları gözlenmektedir. Anılan cepheleşmede Körfez ülkeleri ise Suudi cephesinde yerlerini almış durumdadırlar.[25]
Bilindiği gibi Obama, 2009’da mevcut Türk hükümetini model ortak ilan etmiş ve onun ılımlı İslamcılığı ile bölge ülkelerini bir cephede toplamayı hedeflemişti. Ancak bu proje çeşitli nedenlerle sonuca ulaşamadı. Çalışmamızın Suudi Arabistan’daki gelişmelere ayırdığımız bölümde de zikrettiğimiz gibi, ABD şimdi Suudi Arabistan’ı “model ortak” ilan etme çabasında. Doğaldır ki, Suudi Arabistan liderliğinde İran’a karşı daha geniş bir İslam cephesi oluşturmanın yolu, Riyad’ın Vahabilik yerine ılımlı İslam’ın temsilcisi olmasına bağlı durmaktadır. Riyad’da da, bu amaca “uygun aktör” rolüne dönüştürmek yolunda, “prensleri ve bakanları tasfiye eden saray darbesi” devreye alındı.[26]
Suriye’de savaşı kaybedip inisiyatifi Rusya’ya kaptıran, işgal ettiği Irak’ta etkinliği kaybedip İran’a bırakan, yıllarca inşa edilmesine yardım ettiği Barzani Kürdistanı’nın arkasında duramayan ABD, yukarıda aktardığımız stratejisi ile, bölgedeki etkinliğini yeniden arttırmak istemektedir. Trup yönetimi bu atakla; birincisi İran’ı baskılamayı, ikincisi tehlikeye düşen İsrail’in güvenliğini sağlamlaştırmayı, üçüncüsü mevcut müttefiklerini cepheye sürmeyi ve nihayet dördüncüsü de, arada kalan Türkiye gibi eski müttefiklerini hizaya sokmayı hedeflemektedir. Ancak zamanın Rusya ve İran cephesine yaradığını ve bölgede Rusya’nın önalmış durumunu göz önüne aldığımızda, bu kurgunun hayata geçmesinin ABD için oldukça zor olduğunu belirtmek gerekir.
Suriye’de üç cephede savaş, Irak’ta büyük güç mücadelesi; Barzani’nin referandumuna karşı cevap olarak, Irak Ordusu’nun Kerkük’ü ve diğer tartışmalı bölgeleri ele geçirmesi; Yemen’de savaş; Körfez ülkelerinin Katar’a ambargosu; süren Filistin sorunu ve son olarak Suudi Arabistan’da saray darbesi. Tüm bu olgular, Ortadoğu’daki ABD-Rusya satrancının oldukça çetin geçeceğine işaret sayılmalıdır.
Doğu ve Güneydoğu Asya’da Yaşanan Güç Mücadeleleri
Bölgede aralarında yarış yaşanan ülke gruplarının başında Çin-Hindistan ikilisi gelmektedir. Global ölçekte ortak, bölgesel ölçekte ise rakip konumdaki bulunan iki ülkenin sert ve yumuşak güç anlamında birbirlerine üstünlükleri/zayıflıkları bulunmaktadır. Çin’in ekonomik ve askerî bağlamda Hindistan’ın önündeki konumunu gelecekte de koruyacağı düşünülmektedir. Bununla birlikte Hindistan’daki finansal sistem ile bankacılık sistemi yatırımcılara daha güvenli gelmektedir. Ayrıca karşılıklı ticaretin güvenliği konusunda Hindistan’daki hukuk sistemi, Çin’e göre daha iyi durumdadır. Keza, yumuşak güç konusunda Hindistan’ın elinin biraz daha kuvvetli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zira Çin’in yükselişi, bugün pek çok ülke tarafından “tehdit” olarak algılanırken, aynı durum Hindistan için geçerli değildir.[27]
Çin-Hindistan rekabeti Hint Okyanusundaki kıyı devletleri ile kurulan ilişkiler üzerinden yürümektedir. Pakistan ve Burma ile yakın ilişkiler içinde olan Çin bu ülkelerde uygulamaya koyduğu liman ve boru hattı projeleri ile Hint Okyanus’unda egemen güç olmaya çalışmaktadır. Buna karşılık Hindistan da, Çin’in Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu’nda geleneksel etki alanı olarak gördüğü bölgelerdeki faaliyetlerine karşılık olarak, Japonya ve Vietnam ile ilişkilerini geliştirmektedir. Japonya, Çin’in yükselişi karşısında duyduğu kaygı sonucu, Hindistan ile olan ilişkilerini derinleştirmektedir.
Diğer bir ikili ilişki grubu da ABD-Hindistan ilişkileridir. Buiki ülke arasındaki yakın ilişkilerle Amerika, Hindistan’a iki önemli kart sunmaktadır. Bunlardan biri; G.Kore ve Japonya gibi çevre ülkelerini, Çin korkusu olmaksızın Yeni Delhi’nin “yükselen yıldız” serüvenine katılmaları yolunda cesaretlendirmek; diğeri ise, Hindistan tarafına, Birleşik Devletler’in savunma, güvenlik ve diğer yüksek teknoloji konularında Çin ile ilişkilerinde elini güçlendirmek olarak durmaktadır.[28]
Dünyanın ilk iki büyük ekonomisi olan ve aralarındaki ticari ilişkilerin toplamı 578,5 milyar $’a ulaşan (ticarî ilişkilerde ABD tarafı geçen yıl 347 milyar $ açık vermiştir) ABD-Çin ilişkileri, çeşitli yönleri ile çok boyutlu ve derindir. Son yıllarda iki ülke arasındaki ilişkilerde Amerikan tarafının politikası, “doğru ve sürdürülebilir” bir denge kurmak, farklılıkları daraltmak ve bu arada çıkarlar doğrultusunda işbirliğini genişletme üzerine kurulmuştur. Bu gelişmeye, uzay güvenliği, insan hakları, ticaret ve yatırım uygulamaları/ hukukî altyapı, Güney ve Doğu Çin Denizlerindeki Çin yapılanması konularındaki anlaşmazlıkların engel teşkil etmemesine çalışılıyordu. Keza ilişkilerdeki bu olumlu yaklaşım Çin tarafı için de geçerlidir.[29]
İkinci Dünya Savaşı sonundan bu yana müttefik olan ABD-Japonya ilişkilerinin son dönemde, askerî olarak da arttığını görmekteyiz. Bilindiği gibi ABD, yükselen ve Amerika’nın egemen gücü için bir tehdit unsuru olan Çin’i “dengeleme” ve “çevreleme” politikası gütmektedir. Bölgenin değişen konjonktürü ve Çin’in artan bölgesel etkinliğine karşı ABD’nin, Japonya askeri gücünün caydırıcılığına gereksinimi vardır.[30] Washington yönünden bir diğer olgunun da, ekonomisinin toparlanması bağlamında Başkan Trump’ın izlediği politikanın bir sonucu olarak, Tokyo’ya yapılan askeri ve mühimmat satışının teşvik edilmesi ve arttırılması olduğu gerçeğidir.
Pakistan’ın eksenini Doğu’ya kaydırmasıyla bölgede oluşan Çin-Pakistan (Rusya ve İran) yakınlaşmasına karşı; ABD’nin başını çektiği Japonya-Avustralya-Hindistan-G.Kore-Vietnam ittifakı şeklinde bir gruplaşma görülmektedir. Ancak oluşan grupların ilişkilerde de, ağırlıklı olarak “ekonomi-politik” ekseni gözettikleri izlenmektedir.[31]
Petrol Savaşları
Haziran 2014’ten bu yana beklenmedik bir şekilde hızla düşen ham petrolün varil brent fiyatı, Haziran 2014-2015 periyodunda 80 dolara ulaşmış, 2016 Ocak ayında 29 $’ı gördükten sonra, tedrici bir yükselişle şimdilerde 59/60 $ civarındadır. Ham petrol fiyatlarındaki bu hızlı ve beklenmedik düşüşün ardında yatan ekonomik neden olarak üretimde plânlananın üstündeki artış ve talep cephesinde yaşanan “beklentiyi aşan yavaşlama” durumu görülmektedir.[32]
Haziran 2014’den bu yana düşme ve kısa süreli ılımlı yükselme trendine giren ham petrol fiyatları, “petrol ekonomisini” değiştirmiştir. Bu düşüşün kırılgan bir ekonomiye sahip Körfez ülkeleri ve Venezuela’ya “siyasi istikrarsızlık” getireceği öngörülmüştü. Nitekim, Ortadoğu’da son iki yıldır yaşanan sıcak çatışmalar bu öngörüyü doğrulamıştır. Öyle ki, yazımızın önceki bölümünde irdelenen “Suudi Arabistan’da yaşanan dönüşümü”, bu beklentinin bir sonucu olarak gösterebiliriz.
2008 küresel finans krizinin yaralarının henüz sarılmadığı bir dönemde gelen bu trend değişimi Güney Kore ve Hindistan gibi bazı ülkelere de “sübvansiyonları terk etme”, Çin yönünden de üretim maliyetini düşürme fırsatı tanımıştır. Siyasi, jeopolitik ve ekonomik arka plânı olan düşük petrol fiyatları olgusunun, “petrol ve vekâlet savaşları” devam ettiği sürece tersine dönmeyeceği anlaşılmaktadır.[33]Çalışmamızın bu bölümünü, Robert Kennedy’nin “Ortadoğu savaşları daima petrol için olmuştur” çıkarımına[34]gönderme yaparak sonlandırabiliriz.
Henüz İstikrar Kazanamayan Dünya Ekonomisi
2008 küresel krizin yarattığı uzun süreli düşük büyüme, pek çok gelişmiş ülkedeki yapısal sorunları gün yüzüne çıkardı. Devamında, bu ülkelerin ülkelerin anılan sorunlara kısa vadeli ve popülist politikalarla çözüm aramaları, zorunlu yapısal reformların hayata geçirilmesinde son derece yavaş yol alınması, ekonomik sorunların toplumsal tepkiye dönüşmesine ve alternatif arayışlarına neden oldu. Bu bağlamda, Trump’ın Beyaz Saray’a yerleşmesini, başta Hollanda olmak üzere, Almanya ve Avusturya’da yapılan seçimlerde “sağ”ın yükselmesi ve Macaristan, Polonya gibi ülkelerde de sağ popülizmin derinlik kazanması şeklinde siyasi/toplumsal olgular yaşanmıştır.
Keza, yaşanan kriz sonrası gelişmiş ülkelerde küreselleşmeye ve AB özelinde artan ekonomik entegrasyona ciddi tepkiler doğarken, gelişmiş ülkelerde gelir/servet eşitsizliklerdeki ve işsizlik oranlarındaki artışa dikkatler daha çok çekildi. Öte yandan bu ülkelerde nüfus giderek azalmakta ve göçmen karşıtlığı giderek yükselmektedir. Ayrıca bu dönemde, gelişen ülkelerin küresel ekonomideki ağırlıkları ve dolayısıyla güçleri de arttı. Amerika’da, Çin ve Meksika’ya duyulan tepki ve Batı’da yaygınlaşan korumacılık söylemleri, giderek daha yüksek sesle duyulmaya başlandı. Diğer yandan gelişmiş ülke orta sınıflarında, küresel ekonomik entegrasyonun kendilerinden çok, başka ülkelere fayda getirdiğine ilişkin görüşler güçlendi.
Dünya Bankasının açıkladığı en son verilere göre, ABD ekonomisi 18 trilyon dolarlık bir hacme sahip olup, nerdeyse tüm dünyanın neredeyse çeyreğini oluşturmaktadır(%24.3). Bir diğer taraftan ABD ekonomisinin, ilk 10 sıradaki 7 ülkenin toplam hacminden daha büyük olduğu anlaşılmaktadır.[35]
Enflâsyon oranı yüzde 2’ye doğru giden ve işsizlik oranı de, son 17 yılın en düşük seviyesi olan 4,1’e düşen ABD’de, 12-13 Aralık ayında yapılacak FED toplantısında “politika faiz oranının” üçüncü kez yükseltileceği anlaşılmaktadır. Dünya ekonomisinin yaklaşık çeyrek büyüklüğünü temsil eden ABD’deki güçlü ekonomi sinyalleri, 2018 global ekonomisi için umut kaynağı olacaktır.
Küresel büyüme oranları, 2008 krizini takip eden iki yıl boyunca yaşanan düzelme sonrasında “sürdürülebilir/istikrarlı” bir büyüme içine girememiştir.
Kişi başı ulusal gelirler, 1929 Büyük Buhranı’ndan bu yana ilk kez negatif büyüme içinde olduğu 2009’dan bu yana ABD’de toplamda yüzde 5; Japonya’da yüzde 4.4; Euro bölgesinde ise sadece yüzde 0.3 oranında artış gösterebilmiştir.
Küresel gayri safi hasılanın bu yıl yüzde 3,6; 2018’de ise yüzde 3,7 oranında artacağı, ABD ve Euro Bölgesinin sırasıyla yüzde 2,2 ve 2,2 oranında büyüyeceği öngörüsüne yer verilen raporda, yatırım, ticaret, iş gücü verimliliği ve ücretlerdeki gelişmenin finans krizinin etkisinden kurtulamadığı ve büyümenin sürdürülebilirliğinin yatırımların artmasına bağlı olduğu belirtilmektedir.[36]
IMF, dünya ölçeğinde kamu ve özel sektör borçlarının 152 trilyon $’a (bu borçların yaklaşık üçte ikisi özel sektöre aittir), şu ana kadarki en yüksek düzeyine çıktığı ve bu durumun küresel ekonomik büyümeyi normalleştirmenin önünde önemli bir engel oluşturduğu uyarısında bulundu.[37] Raporda, dünyanın önde gelen merkez bankalarının “gevşek para” politikalarının, özellikle Çin ve özel sektörde bir kredi balonu yarattığını; buna ilaveten de, bazı düşük gelirli ülkelerde kamu borçlarının artmasına yol açtığı belirtildi. Bu arada, bir süredir globalde yaşanan “yavaş ekonomik büyümenin” de, hem şirketlerin hem de ülkelerin borç yükünü azaltmalarını zorlaştırdığı kaydedilmiştir.
Global özel sektör borcunun küresel gelire oranı 1950’lerde yüzde 50 düzeyindeyken, 2007’ye gelindiğinde yüzde 170’i aşmıştı. Kamu sektörü borcu ile birleştirildiğinde, 2017 itibarıyla toplam borcun küresel ekonomiye oranının yüzde 220’ye ulaştığı gözlenmektedir. Bir diğer ifade ile, küresel ekonomi, dünya mal ve hizmet üretim gelirlerinin iki misli fazlasına ulaşan bir borç sarmalı ile çalışmaktadır.
Global ticaret hacminin parasal karşılığına baktığımızda da, 2010 yılından bu yana, ekonomik büyümeye koşut olarak azalma yönünde seyrettiğini gözlemekteyiz.
Finansal istikrarın yanında, jeopolitik gerginlikler ile ticaret üzerinde giderek artan oranda getirilen kısıtlamalar ve son dönemde yükselen korumacı söylemler, kısa vadede küresel ekonomik büyümenin önündeki en büyük riskler olarak durmaktadır.
Gelir ve Servet Dağılımında Giderek Yaygınlaşan Eşitsizlik
Teknolojik ilerleme ve otomasyon yeniliklerinin sonucu artan toplam ve kişi başı ulusal gelir, bu gelişmeden en çok yararlanmış olan gelişmiş ekonomilerdeki “eşitsizliği” azalmamış, tersine arttırmıştır. Nobel ekonomi ödülü sahibi olan Joseph E. Stiglitz’in yaptığı hesaplamaya göre, kriz sonrası iyileşmenin yaşandığı 2009-10 yıllarında ABD’de gerçekleşen gelir artışının yüzde 93’ü, gelir piramitinin “tepe” yüzde 1’i tarafından alıkonulmuştur. (bu kesimin yüzde 7,5 olan toplam gelirdeki payı 2010’a doğru katlanmıştır)[38] Keza, Kemâl Derviş tarafından yapılan hesaplamaya göre de, aynı ülkedeki bu tepe yüzde 1grubunun gelirleri, 1970 yılından bu yana ikiye katlanmıştır. Derviş’e göre bu gerçekleşme, diğer gelişmiş Batı ülkeleri için de aynı olmuştur.[39]
Tepe yüzde1 grubu ile diğer katmanı gruplar arasındaki fark açıklığı sadece gelir ile sınırlı kalmamış, servet/zenginlik, sağlık ve yaşam süresi göstergeleri bakımından da büyük farklar oluşmuştur. Bu bağlamda izlenen bir diğer haksızlık da, tepedeki gelir gruplarının gelirlerindeki artışın, fakir gelir grubundakilerin acımasız borçlanma ve kredi kartlarının finansman aracı olarak kullanılmasıyla oluşturulan “harcamalar” yoluyla sağlanmasıdır. Bir diğer ifade ile, en zenginlerin gelirleri, fakir kesimin harcamaları yoluyla artmış, büyümenin faydası/kazancı tepedeki gelir grubuna akmıştır.[40]
Birleşik Devletler’de, II.DS. sonu ile 1982 yılları arasında yüzde 33-35 arasında gezinen “en yüksek yüzde 10 gelir grubu” nun payı, anılan yıldan sonra sürekli artarak (liberal ekonominin zirve yaptığı yıllar) yüzde 50-55 aralığına oturmuştur. Bu gözlem, ABD gelir hiyararşisinin en üst yüzde 10’luk diliminin 1910-2010 yılları arasında, toplam gelirden aldığı paylarda da gözlenmektedir. Bu tür gelişme Avrupa, Japonya, Hindistan, Çin için de geçerlidir.[41]
Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Enstitüsü (IFPRI) tarafından hazırlanan Dünya Açlık Endeksinin (Global Hunger Index-GHI) sonuncusu 12 Ekim’de yayınlandı. Alman açlıkla mücadele örgütü Welthungerhilfe ile, IFPRI tarafından açıklanan endeks, dünyada açlığın azaltılması yönünde uzun vadeli ilerlemeler olmakla birlikte, söz konusu gelişmelerle ilgili “dağılımının” eşit olmadığını göstermektedir.[42]
“Neo-liberal kapitalizmin uluslar üstü kuruluşu” olarak nitelenen IMF tarafından yayınlanan “Ekim 2017 Mali İzleme Raporu’nda, “gelir eşitsizliği” nin azaltılması için, yüksek “gelir grubunun vergisinin arttırılabileceği” ve böylesi bir önlemin de büyümeye engel olmayacağı belirtilmektedir. IMF’ye göre, GINI katsayısı yoluyla “küresel gelir eşitsizliğinde” izlenen “iyileşme” nin nedeni, Çin ve Hindistan’da yaratılan gelirin son yıllarda artmasıdır. Küresel iyileşme olsa da, gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, ülkelerin kendi içlerindeki gelir dağılımı bozulmaktadır. Gelişmiş ülkelerde özellikle 2008 krizi sonrasındaki “aşırı gevşek” para politikaları, mali varlıkları olanları, yani servet sahiplerini daha da zengin yapmış ve üst gelir grubundaki kişilerin arayı hızla açmasına yol açmıştı. Bunu sonucunda da gelir eşitsizliği daha da derinleşmiştir. Kişisel gelir dağılımını eşitlik yönünden ölçen Lorenz eğrisi ve onun bir entegrali olan Gini katsayısı da, bu konudaki gerçekleşmelerin giderek bozulduğunu işaret etmektedir.[43]
Sonuç
Belirsiz bir yıl olarak öngörülen 2017’ye, giderayak göz attığımızda; Almanya’da erken genel seçimler sonunda halâ kurulamamış olan koalisyon hükümetinin Merkel’in geleceğini, AB ve küresel ekonomi ve siyasetini yakından ilgilendirdiğini görmekteyiz. Keza bölgesel ve küresel dengeler için, Ekim ayında gerçekleştirilen ÇKP 19. Kurultayı ve alınan kararların önemli olduğunu teslim edilmektedir. Çin silahlı gücü konusundaki yaşanan gelişmeler ve Kurultay’da kabul edilen yeni doktrin dikkate alındığında, bu gelişmelerin, Pasifik’teki güç dengelerinin değişmesine neden olacağı ve küresel düzeyde ise, çok kutuplu dünyanın giderek daha fazla somutlaştığı bir dönemin habercisi olarak değerlendirilebilir.
Popülizmin son yıllarda hız kazanmasının temelinde, liberal düzenin mutlu etmediği yığınların tepkisi gelmekte ve bu gelişme, mevcut sistemin açıklarını, karanlık noktalarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Ancak bu gelişmenin, liberal demokrasinin geleceği üzerinde önemli etkileri olacağı açıktır.
Ortadoğu’da Irak ve sonrasında Suriye’de yaşanan sıcak çatışma, ABD ve Rusya’yı, bölgede oluşan iki cephenin başı durumuna getirmiş bulunmaktadır. İki büyük güç, bölgenin dört mihver devletinden ikisine, Suudi Arabistan ve İran’a dayanmaktadır. Diğer iki mihver devletten Türkiye, gevşek bir şekilde İran cephesine; Mısır ise, daha sıkı bir şekilde Suudi Arabistan cephesine yakın durmaktadır
Trump yönetimindeki ABD, Ortadoğu’da giderek güçlenen ve Şii nüfuzunu arttıran İran’ı hedefe aldı ve bölgedeki oyun stratejisini buna göre kurdu. Bu bağlamda Washington, bölgedeki müttefiklerini ile olan işbirliğini ve plânlarını bu hedefe göre hazırlamakta ve güncellemektedir. Bu paylaşıma göre İran ve Suriye bir tarafta, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail ise, başını Rusya’nın çektiği diğer tarafta cephe oluşturmaktadır.
Irak ve Suriye’de savaşı kaybedip inisiyatifi Rusya’ya kaptıran, işgal ettiği Irak’ta etkinliği İran’a bırakan, yıllarca inşa edilmesine yardım ettiği Barzani Kürdistanı’nın arkasında duramayan ABD, yukarıda aktardığımız stratejisi ile, bölgedeki etkinliğini yeniden arttırmak istemektedir. Trump yönetimi bu atakla; birincisi İran’ı baskılamayı, ikincisi tehlikeye düşen İsrail’in güvenliğini sağlamlaştırmayı, üçüncüsü mevcut müttefiklerini cepheye sürmeyi ve nihayet dördüncüsü de, arada kalan Türkiye gibi eski müttefiklerini hizaya sokmayı hedeflemektedir. Ancak bu kurgunun ABD yönünden gerçekleşmesinin oldukça zor olduğunu belirtmek gerekir.
Yukarıdaki gelişmelerin yanında gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin, işsizliğin giderek artması, 2010 yılından bu yana yeterli düzeyde yükselmeyen global ekonomik büyüme, sistemin zayıf yönleri olmayı sürdürmektedir. Önümüzdeki yıl da, ABD, Çin, Almanya ekonomileri, küresel ekonominin sürükleyici aktörü olmaya devam edecekleri anlaşılmaktadır.
Böylece, 2017 yılında başlayan belirsizliğin, dalga boyu ve hızının artarak 2018’de de süreceğini; sağduyulu liderlere her zamankinden daha çok gereksinim duyulacağını söyleyebiliriz.
[1] Ersin Dedekoca, “2017: İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra ‘En Belirsiz’ Yıl”, Anka Enst. 8.01.2017, http://ankaenstitusu.com/2017-ikinci-dunya-savasindan-bu-yana-en-belirsiz-yil/
[2] Bu konuda daha geniş bilgi için: Ersin Dedekoca, “AB’nin Yeni Sorunu: Koalisyon Kuramayan Almanya”, Söyledik.com.,21.11.2017, http://soyledik.com/tr/makale/6683/-abnin-yeni-sorunu-koalisyon-kuramayan-almanya–ersin-dedekoca.html
[3] “Merkel seçimlerin yenilenmesine karşı”, DW, 25.11.2017, http://www.dw.com/tr/merkel-se%C3%A7imlerin-yenilenmesine-kar%C5%9F%C4%B1/a-41527996 (25.11.2017)
[4] Chris Buckley, “These Seven Men Now Run China”,NYT, 25.10.2017, https://www.nytimes.com/2017/10/25/world/asia/china-politburo-leaders-xi-jinping.html?_r=0 (20.11.3017)
[5] Aydın Cıngı, “Çin Komünist Partisi 19. Ulusal Kongresi Ülkenin Yakın Geleceğine Damgasını Vuracak”, AB Haber, 26.10.2017, http://www.abhaber.com/cin-komunist-partisi-19-ulusal-kongresi-ulkenin-yakin-gelecegine-damgasini-vuracak/ (22.11.2017)
[6] Chris Buckley, “China Enshrines ‘Xi Jinping Thought’ Elevating Leader to Mao-Like Status”, NYT, 24.10.2017, https://www.nytimes.com/2017/10/24/world/asia/china-xi-jinping-communist-party.html (20.11.2017)
[7] “Xi Jinping’s thinking is ranked alongside Mao’s”,The Economist, 24.10.2017, https://www.economist.com/news/china/21730590-does-mean-no-one-can-challenge-him-xi-jinpings-thinking-ranked-alongside-maos (23.11.2017); Chris Buckley, “Xi Jinping Unveils China’s New Leaders but No Cler Successor”, NYT, 24.10.2017, https://www.nytimes.com/2017/10/24/world/asia/xi-jinping-china.html (23.11.2017)
[8] Zhang Jun, “China’s Vision fort he Next 30 Years”, Project Syndicate, 14.11.2017, https://www.project-syndicate.org/commentary/china-19th-congress-development-blueprint-by-zhang-jun-2017-11 (23.11.2017)
[9] “Xi Jinping delivers report to CPC congress”, China Daily, 18.10.2017, http://www.chinadaily.com.cn/china/19thcpcnationalcongress/2017-10/18/content_33398037.htm (20.11.2017)
[10] Ramesh Thakur, “China’s New World Order?”, Project Syndicate, 10.11.2017, https://www.project-syndicate.org/onpoint/china-s-new-world-order-by-ramesh-thakur-2017-11?barrier=accesspay (24.11.2017)
[11] “Yeni küresel dağılım: Çin niçin dünyanın en güçlü ordusunu kuruyor?”, Sputnik, 19.10.2017, https://tr.sputniknews.com/analiz/201710191030673988-yeni-kuresel-dagilim-cin-nicin-dunyanin-en-guclu-ordusunu-kuruyor/ (22.11.2017)
[12] Thakur, agm.
[13] Simon Henderson, “How the War in Yemen Explains the Future of Saudi Arabia”,The Washington Institute, 8.11.2017, http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/how-the-war-in-yemen-explains-the-future-of-saudi-arabia (20.11.2017); Ashish Kumar Sen, “Did Saudi Crown Prince Just Endanger His Reform Agenda?”, Atlantic Council, 9.11.2017, http://www.atlanticcouncil.org/blogs/new-atlanticist/will-anti-corruption-arrests-backfire-and-hurt-saudi-crown-prince-s-vision-2030 (20.11.2017); Frank Vogl, “Saudi Crown Prince Mohammed bin Salman is playing the corruption card to strengthen his control over the country”, The Globalist, 12.11.2017, https://www.theglobalist.com/saudi-arabia-mohammed-bin-salman-corruption-oil/ (21.11.2017)
[14] Ersin Dedekoca, “ABD’nin Körfez’deki İkinci Hamlesi: SUUDİ YÖNETİMİNDE YUMUŞAK DARBE”, Söyledik.com.,26.06.2017, http://soyledik.com/tr/makale/6151/abdnin-korfezdeki-ikinci-hamlesi-suudi-yonetiminde-yumusak-darbe–ersin-dedekoca.html
[15] Ersin Dedekoca, “KATAR KUŞATMASI veya SÜNNİ İTTİFAKTA ÇATLAK”, Söyledik.com., 9.06.2017, http://soyledik.com/tr/makale/6103/—–katar-kusatmasi-veya-sunni-ittifakta-catlak–ersin-dedekoca.html
[16] “I will return Saudi Arabia to moderate Islam, says crown prince”,The Guardian, 24.10.2017, https://www.theguardian.com/world/2017/oct/24/i-will-return-saudi-arabia-moderate-islam-crown-prince (23.11.2017)
[17] Roula Khalaf, “Saudi Arabia’s crown prince plays for high stakes”, FT, 7.11.2017, https://www.ft.com/content/641bc28e-c2e7-11e7-a1d2-6786f39ef675 (24.11.2017)
[18] “Saudi Arabia’s $100 billion corruption scandal”, BBC Money, 9.11.2017, http://money.cnn.com/2017/11/09/news/economy/saudi-arabia-100-billion-corruption/index.html (24.11.2017); Frank Vogl, “When the Saudis Need Cash”, The Globalist, 23.11.2017, https://www.theglobalist.com/saudi-arabia-oil-aramco-stock-market/ (23.11.2017)
[19] “Saudi Arabia wants to build a $500 billion mega-city spanning 3 countries”, BBC Money, 25.10.2017, http://money.cnn.com/2017/10/24/news/economy/saudi-arabia-mega-city-neom/index.html (24.11.2017)
[20] Mustafa K.Erdemol, “Suudi’de yavaş yavaş ‘ılımlı İslam’ ”,Birgün, 9.11.2017, https://www.birgun.net/haber-detay/suudi-de-yavas-yavas-ilimli-islam-188939.html (22.11.2017); Mustafa K.Erdemol, “ ‘Çöl fırtınası’ geliyor”, Birgün, 11.11.2017, https://www.birgun.net/haber-detay/col-firtinasi-geliyor-189628.html (22.11.2017);
Andrew Leber ve Christopher Carothers, “Is the Saudi Purge Really About Corruption?”, Foreign Affairs, 15.11.2017, https://www.foreignaffairs.com/articles/china/2017-11-15/saudi-purge-really-about-corruption (20.11.2017)
[21] Antonio Argandoña,”Why Populism Is Rising And How To Combat It”,Forbes,24.01.2017, http://www.forbes.com/sites/iese/2017/01/24/why-populism-is-rising-and-how-to-combat-it/#98c88c71dd79 (5.10.2017)
[22] “Global Politics:League of Nationalist”,The Economist, 19-25 Kasım 2016, s.51-54, http://www.economist.com/news/international/21710276-all-around-world-nationalists-are-gaining-ground-why-league-nationalists (25.10.2017)
[23] Çınar Oskay,”Timothy Garton Ash ile, otoriterleşme ve popülizm dalgası hk. söyleşi”,Hürriyet,19.02.2016
[24] Daron Acemoğlu,”We Are the Last Defense Against Trump”,Foreign Policy,18.01.2017, http://foreignpolicy.com/2017/01/18/we-are-the-last-defense-against-trump-institutions/ (30.09.2017)
[25] Mehmet Ali Güller, “İran’a karşı hazırlık: Suudi Sarayı’nda darbe”, ABC Gazetesi, 7.11.2017, http://www.abcgazetesi.com/irana-karsi-hazirlik-suudi-sarayinda-darbe-8140yy.htm (20.11.2017)
[26] Karabekir Akkoyunlu, “Suudi Arabistan’ın varoluşsal krizi ve değişen güvenlik stratejisi”, Gazete Duvar, 7.11.2017, https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/11/07/suudi-arabistanin-varolussal-krizi-ve-degisen-guvenlik-stratejisi/ (20.11.2017)
[27] Emine Akçadağ Alagöz, “Güneydoğu Asya’da Ejderha ve Fil Rekabeti: Çin ve Hindistan’ın Bölgedeki Güç Mücadelesi”, Bilgesam, 13.04.2011, http://www.bilgesam.org/incele/852/-guneydogu-asya%E2%80%99da-ejderha-ve-fil-rekabeti–cin-ve-hindistan%E2%80%99in-bolgedeki-guc-mucadelesi/#.WiFV91Vl_IU(28.11.2017)
[28] Samir Saran, “Watch Out, China: Why the ‘Asian Century’ Might Just Belong to India”, The National Interest, 2.06.2015, http://nationalinterest.org/blog/the-buzz/watch-out-china-why-the-asian-century-might-just-belong-13025 (29.11.2017)
[29] Ersin Dedekoca, “ABD ve Çin Başkanlarının İlk Kez Bir Araya Gelmelerinin Değerlendirilmesİ”, Anka Enst.,8.04.2017, http://ankaenstitusu.com/abd-ve-cin-baskanlarinin-ilk-kez-bir-araya-gelmelerinin-degerlendirilmesi/
[30] Ersin Dedekoca, “Küresel Güç Arayışında Yeni Bölgesel Dengeler: Japonya-ABD İlişkileri”, 21.Yüzyıl Dergisi, Haziran 2015, Sayı:78
[31] Ersin Dedekoca, “Trump ve Modi Liderliğinde ABD ve Hindistan İlişkileri, Anka Enst.24.07.2017, http://ankaenstitusu.com/trump-ve-modi-liderliginde-abd-ve-hindistan-iliskileri/
[32] Kampamba Shula, “Oil Price Fall: Supply, Demand and Outlook”, Academia.edu, https://www.academia.
edu/11349512/Oil_Price_Fall_Supply_Demand_and Outlook (25.01.2016); Steve Austin, “Who
benefits from lower oil prices?”, Oil-price.net., 2.09.2015, http://oil-price.net/en/articles/who-benefits-from-loweroil-prices.php (30.10.2017)
[33] Tsvetana Paraskova, “The Oil War Is Only Just Getting Started”, Oilprice.com.,31.01.2017, https://oilprice.com/Energy/Crude-Oil/The-Oil-War-Is-Only-Just-Getting-Started.html (20.11.2017)
[34] Robert Kennedy, “Middle Eastern Wars Have ALWAYS Been about Oil”, Global Research, 27.02.2016, https://www.globalresearch.ca/middle-eastern-wars-have-always-been-about-oil/5510640 (26.11.2017)
[35] “The world’s 10 biggest economies in 2017”, WEF, 9.03.2017, https://www.weforum.org/agenda/2017/03/worlds-biggest-economies-in-2017?utm_content=buffera631f&utm_medium=social&utm_source=twitter.com&utm_campaign=buffer (30.11.2017)
[36] Main Economic Outlook (November 2017), OECD, 28.11.2017, http://www.oecd.org/eco/outlook/catalyse-the-private-sector-for-stronger-inclusive-growth-EO-11-2017-presentation.pdf (30.11.2017)
[37]“Fiscal Monitor,Debt Use It Wisely”, IMF, Ekim 2016, http://www.imf.org/external/pubs/ft/fm/2016/02/pdf/fm1602.pdf (20.11.2017)
[38] Joseph E. Stiglitz, “The Price of Inequality”,Project Sydicate,5.06.2012, https://www.project-syndicate.org/commentary/the-price-of-inequality (1.10.2017)
[39] Kemâl Derviş, “The Inequality Trap”, Project Syndicate, 8.03.2012, https://www.project-syndicate.org/commentary/the-inequality-trap (1.10.2017)
[40] Stiglitz, agm.
[41] Steven Pearlstein,”The costs of rising economic inequality”,The Washington Post,6.10.2010, http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2010/10/05/AR2010100505535.html (1.10.2017)
[42]Global Hunger Index 2017-The Inequalities of Hunger”, IFPRI, Ekim2017, http://www.globalhungerindex.org/pdf/en/2017.pdf (13.10.2017)
[43] Mahfi Eğilmez ve Ercan Kumcu, Ekonomi Politikası, İstanbul, Om Yayınları, 2002, s.100,101; Raghuram g.Rajan, Fault Lines-How Hidden Fractures Still Threaten The World eve 2017’de başlayan belirsiliğiEconomy, Oxford,Princeton Uni.Press, 2010, s.8-9; Derec Thompson,”Why Should We Care About Economic Inequality?,”The Atlantic, 13.03.2010, https://www.theatlantic.com/business/archive/2010/10/why-should-we-care-about-economic-inequality/64223/ (2.10.2017)
Kommentare